Bournemouth; İngiltere’nin en güneyinde bir şehir. Bormuf olarak telaffuz ediliyor. Senelerdir özellikle takip ederim. Türkiye’de İngiltere Premier Ligini sunan maç spikerleri, ısrarla Bornemot şeklinde telaffuz ediyor. Önce kuponla, sonra kuponsuz geldiğim dil kursu bu şehirdeydi.Dil okulum burada olduğu için, benim pizza ve kebap dükkânı maceraları da bu şehirde geçiyordu. İnternette araştırırsanız İngiltere’nin Alanya’sı gibi bir şehir diye tarif edildiğini göreceksiniz. Yurtdışına İngilizce dil eğitimi almak için gitmek isteyenlere, dil kursu satan yurtdışı danışmanlık şirketleri öyle uygun görmüş. İşçileri, asgari ücretin yarısından bile azına köle gibi çalıştırmak isteyen Türk patronlar sayesinde Bournemouth’a bir ara verip, İngiltere macerama Londra’da devam etmeye karar verdim. İnternetten araştırdığım kadarıyla Londra’da para kazanmak daha kolaymış. Bu yüzden gidip biraz para biriktirip Bournemouth’a geri döner, dil kursuma devam ederim diye düşünüyorum.
Okul yıllarından kalma arkadaşlıkların en iyi tarafı, onlara yıllar sonra bile rastlasanız ilişkinize kaldığınız yerden devam edebilmenizdir. Daha iyi tarafı ise içlerinden bir tanesinin sizden bir sene kadar önce İngiltere’de olmasıdır. Kebap dükkanında geçen on günün ardından dayanamayacağımı anlayınca, Londra’da olduğunu öğrendiğim ortaokul arkadaşıma feysbuktan mesaj attım. Arkadaşıma “Yücel, cebimde beş kuruş olmamasına rağmen, pizza dükkânına atar, kebap shopa gider yaptım işsiz kaldım. Londra’da iş varsa oraya geleyim mi?” diye yazmadım. Bunun yerine “Yücel, ben dil kursu için Bournemouth diye bir yere geldim. Burada pek iş yok. Çalışmam gerekiyor. Acil işe ihtiyacım var. Londra’da iş bulması daha kolaysa oraya geleyim mi?” dedim. Yücel’den gelen mesaj aynen şöyle “Gel la gel. Bizim uşak bisiklet taksi işi yapıyor. En kötü sen de o işi yapan.” Mesajın kendisi bile buram buram memleket kokusuyla beraber bir güven veriyordu. Bu yüzden kebap dükkanından haftalığımı alır almaz, soluğu BOŞTİ’de aldım. Bournemouth Şehirler Arası Terminal İşletmesi. Sonra hemen Has Bournemouth şirketinden Londra’ya bir bilet almadım tabii ki.Çünkü ülke o yönden Türkiye gibi değil. Otobüs işletmek para kazandırmıyor mu nedir, yok öyle Öz Cambridge, Has Bournemouth gibi seyahat firmaları. Otobüsle bir yere gitmek istiyorsanız National Express (Neyşınıl Ekspres) ile gidiyorsunuz.
Terminaldeyim, bilet gişesine çekine çekine yanaşıyorum. Çünkü: İngilizcem hala yerinde sayıyor. Gişeye varınca kazulet gibi dikilip “London” dedim. Bir yandan da Allah’ım inşallah hiç bir şey sormadan bileti verir, parasını ister diye dua ediyorum. Yine öyle olmadı maalesef. Bu, geldiğimden beri sürekli başıma gelmeye başladı. Markete gidiyorum, alacaklarımı alıyorum, kasiyer “Would you like a bag ?(Poşet ister misiniz?)” diye soruyor. Anlamıyorum ve evet mi desem, hayır mı desem diye düşünüyorum. Bir cafeden çay istiyorum. Garson “Black or White? (Sütlü mü, Sütsüz mü?)” diye soruyor. Çayın siyahı beyazı nasıl oluyor diye bön bön bakıyorum. Ve bilet alayım dedim yine soru. Neyse ki şanslıyımdır. Arkamda sırada bekleyen kişi Türk çıktı ve anlamadığımı görünce müdahale etti. Tek gidiş mi yoksa gidiş-dönüş mü diye soruyormuş. Kabahat bende. Ne soracak ki başka zaten? İngiltere’nin yüzölçümünü soracak ya da Bournemouth-Londra arası kaç kilometre diye mi soracak? Olmadı hangi model otobüs tercih edersiniz mi diyecek? Ne soracak? Birde şöyle içler acısı bir durum var. Dil kursunda, bir şeyi anlamazsak tekrar soralım diye “Say again please? (Tekrar söyler misiniz lütfen?)” diyerek rica edebileceğimizi öğrettiler. Sanki her öğrendiğim şeyi hemen kullanmak zorundaymışım gibi anlamadığım soruyu bir kere daha anlamamak için tekrar ettiriyorum. Durum aynen şöyle:
• London
• Would you like single or return? (Tek gidiş mi, gidiş-dönüş mü istiyorsunuz?)
• Say again please. (Tekrar söyler misiniz lütfen?)
• Would you like single or return? (Tek gidiş mi, gidiş-dönüş mü istiyorsunuz?)
• Hmmmm (İçten içe anlıyorum ama konuşamıyorum seviyesinde bir İngilizce seviyesinin olmadığı kabul edilir.)
Öyle ya da böyle bileti aldım ve yolculuk başladı. Her şey Türkiye’deki gibi zannettiğimden gözlerim muavin arıyor. Yok. Muavin olmayınca çay, kek, su dağıtan da yok. Terminaldeyken gazete alayım deseydim gazeteler İngilizce. Yani okuyacak bir şey de yok. Türkiye’den gelirken yanımda müzik çalan bir şey getireyim dememişim. Kulaklığı takıp müzik dinleyerek yola dalmak da yok. Keşke terminalde bana yardımcı olan Türk arkadaş da bu otobüste olsaydı da sohbet ede ede gitseydik. O da yok. Molada yiyecek-içecek bir şey alayım diye düşündüm. Yemek ve ihtiyaç molası da yokmuş. Yiyecek ve içecek otobüse binmeden önce alınması gerekiyormuş anlaşılan. İhtiyaçların için ise otobüsün içine tuvalet yapmışlar. Teknolojik olarak Scott De Martingille’nin yaşadığı zamanlardan daha ilerdeyiz ama henüz sosyal medyada takılıp zaman harcadığımız yıllara gelmedik. Feybuka, varsa kendi bilgisayarımızdan yoksa internet kafelerden bağlanıyoruz. Bu arada Scott De Martingille dünyada ilk kes ses kaydını yapmış bilim adamıdır. Yaptığı buluş sayesinde senelerce karışık kaset doldurtabildik ama maalesef Scott De Martingille bizim kadar şanslı değilmiş. Çünkü yaptığı ses kaydını geri dinleyebileceği bir alet icat edemeden bu dünyadan göçüp gitmiş. 1860 yılında yaptığı kayıt, yüz kırk sekiz yıl sonra 2008 yılında dinlenebilmiş. Kayıtta, Scott De Martingille Au de la lune isimli Fransız çocuk şarkısını seslendirmiş. Sonuç olarak yokluklar içinde yokluk beğenerek yolculuğumu tamamladım.
Londra; İngiltere’nin artık İngilizlere ait olmayan başkenti. Bir sokağına girersiniz bankasına, restoranına, bakkalına varana kadar bütün tabelalar Arapçadır. Başka bir sokağına girersiniz sizi Polonya marketleri, Macar yemekleri karşılar. Bir başka sokağına girdiğiniz anda sanki Hindistan’a gelmişiniz gibi ağır baharat kokularını ve Hint müziklerini duyar, geleneksel Hint kıyafeti ile yolda yürüyen insanları görürsünüz. Kısaca her ırk kendi mahallesinde kalabalıklara karışıyor. Ben de kendi mahalleme gittim. Türklerin yoğun olarak yaşadığı mahalleye geldiğinizde, sizi önce Altın makas Berberi ve onun karşısında da camında “günlük sulu yemek” yazan Şömine Restaurant karşılıyor. İlk geldiğim zamanlar biraz ileride Ziraat Bankası, tam onun karşısında da Aziziye Cami vardı. Daha sonra banka başka bir yere taşındı. En çok şaşırdığım yer ise kahvehaneden hallice bir ortamı olan Fenerbahçeliler kulübüydü. Kapısında D Smart, Digitürk bulunur yazıyordu. Eskiden o civardaki bakkallarda Hürriyet, Milliyet ve Sabah gazetelerini de bulabilirdiniz ama şimdi yoktur sanırım. Kendini gurbette hissetmemen için gerekli her şey var. Tabi İngilizce öğrenmemek içinde… Londra’ya ayak basar basmaz bir şeyler yanlışmış gibi geldi. O gün içimden “Londra, bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla” diye geçirdim. Bana fazla büyük burası, biraz para biriktirip dönerim Bournemouth’a. Dönemez miyim?