28 Ekim 2021 Perşembe

Elektrik Alamadığımız Günler

Bir inanışa göre Türkler bir işe girdikten sonra o işin bozulması yedi sene sürermiş. Ve maalesef benim bisiklet taksi işine başladığım sene, Türklerin bu işe girdiği yedinci seneydi.

-İlk sene bir kaç Türk, bir İngilizden bisiklet taksi kiralayıp işe başlamışlar, ki zaten başka bisiklet taksi kiralayan kimse de yokmuş.

-İkinci sene, bu bir kaç kişiye on beş yirmi kişi daha eklenmiş.

-Üçüncü sene, duyan gelmiş, duyan gelmiş ve artık kiralık bisiklet taksi bile bulunmaz olmuş.

-Dördüncü sene, arzın talebe yetişmediğini gören Türkler, bisiklet taksi satın alıp kiralamaya başlamışlar. Falanca yirmi bisiklet getirdi, filanca otuz bisiklet getirdi derken, sayıları az olduğu için göze batmayan bisiklet taksiler çoğaldıkça çoğalmış.

-Beşinci sene, sayıları çoğalması yetmemiş gibi birde bisikletlere elektrikli motor takmışlar. Normalde kaplumbağa hızında giden, gitmesi gereken bisiklet taksiler, olmuş sana Road Runner. 

-Altıncı sene, yasal ve güvenli olmadığı için bisikletlerini elektrikliye dönüştürmeyen İngiliz patron iflas etmiş; bu İngilizlerin güvenlik diye bir kaygıları var. Çok ilginç!

-Yedinci sene ise sayıları ve hızları belirgin bir şekilde artan bisikletler iyiden iyiye göze batmış; göze batıncada polisin bir gecelik operasyonu ile yasaklanmış.


Bisiklet garajlarını tek tek ziyaret eden polislere, olduğu kadar İngilizcesi ile: “No electric anymore? (Artık elektrikli hiç mi kullanamayacağız?)” diye soran bir arkadaşa polis: “Yoo, hala elektrikli süpürge, elektrikli şofben ya da elektrikli kahve makinesi kullanabilirsin.” diye cevap vermişti. İngilizce soru sorarken oluyor bazen böyle yanlış anlamalar. Sonuçta elektrik hala serbestti ama elektrikli bisiklet taksi kullanmak yasaktı.

Polislerin getirdiği yasak ile benim birikmiş paramı Türkiyedeki kredi kartı borçlarımı kapatmak için kullanmam aynı haftaya denk gelmişti; hatta borçları kapatmak yetmemiş nasıl olsa işler iyi, para gani diyerek kendime birde laptop satın almıştım. İyi tarafı: ilk defa, biriken paramı bir aydan uzun süre harcamayarak bu alanda kendi rekorumu kırmıştım. Kötü tarafı: rekor kırmış olmam, yeniden beş parasız kalmış olduğum gerçeğini değiştirmiyordu. Bournemouth’a gidip dil kursuma devam etmek için gün sayarken, ceketimin cebinde unuttuğum bozuk paraları saymaya başlamıştım. 

Bisiklet taksiyi pedallayarak sürmek çok kolay değilmiş, eskiden pedalla sürerek para kazanılıyormuş ama o zamanlar yüz bisiklet vardıysa, bisiklet sayısı şimdi olmuş iki yüz elli. Uzun süredir bisiklet taksi işini yapanlar böyle düşünüyordu; zaten motorun yasaklandığını duyar duymaz da işi ilk onlar bıraktı. Ben ise Yeni Zelandaya mı yoksa Manisaya mı taşınsak diye kararsız kalan Servet-i Fünuncular gibi kararsız kalmıştım. Tevfik Fikret, Halid Ziya Uşaklıgil, Mehmet Rauf gibi, isimleri bugünlere kadar gelen yazar ve şairlerden oluşan Servet-i Fünun topluluğu Padişah İkinci Abdülhamid’in baskılarına dayanamayıp “Padişahın kulağına giderse başımız gövdemizden mi ayrılacak, gövdemiz İstanbuldan mı sürülecek endişesi ile iki satır bir şey yazamaz olduk. Bu ne biçim iştir arkadaşlar; yok mu bunun bir çaresi?” diye aralarında tartışırken gaza gelip başka bir yere taşınma kararı almışlar. Nereye? Yeni Zelandaya. Niye? Mehmed Rauf’un İngiliz gemici arkadaşı Kaptan Bain orayı tavsiye etmiş. Mehmed Rauf: “Burdan uzaklara gitmek istiyoruz, nereyi önerirsin?” diye sorunca Kaptan Bain “en uzak” diye anlamış olmalı ki, günümüz teknolojisiyle bile gitmesi bir gün süren Yeni Zelanda’yı önermiş. İngilizce soru sorarken oluyor bazen böyle yanlış anlamalar. Yeni Zelanda fikrine alternatif olarak ise Hüseyin Kazım Kadri tarafından Manisa fikri ortaya atılmış. Hüseyin Kazım: “Bugün yola çıksak biz oraya varana kadar Yeni Zelanda çoktan eskimiş olur; onun yerine benim Manisa’daki çiftliğe yeni bir köşk yapalım, köşkün adını da Yeni Zelanda koyalım olsun bitsin.” demiş. Yeni Zelanda mı, Manisa mı diye uzun ve hararetli tartışmalar sonucunda ise her ikisinden de vazgeçip İstanbul’da yaşamaya devam etmişler. 

Benim, her ikisinden de vazgeçip İstanbul’da yaşamaya devam etmek gibi bir ihtimalim yoktu. Londra ya da Bournemouth’dan birini seçmek zorundaydım. Bournemouth’a geri dönsem bir Türk restoranında en ağır işleri yapacak, yorgunluktan dil kursunda uyuklayacak ve az İngilizce çok Türkçe konuşacaktım. Londra’da kalsam ve bisiklet taksiyi elektriksiz olarak yapamazsam bir Türk işyerinde en ağır işleri yapacak, dil kursuna gidemeyecek, hiç İngilizce hep Türkçe konuşacaktım. Banka soymak gibi bir planım yoksa pedalla da olsa bisiklet taksi işine devam edip tekrar para biriktirmek en iyi seçenek gibi duruyordu. Gerçekten seçeneklerde durduğu gibi mi duruyor onu da yaşayarak öğrenecektim. 

Bisikletleri koyduğumuz garaj kalabalık. İşe devam etmek isteyenler bisikletlerin üzerindeki elektrik sistemini söküyor. Bisikletlerden birinin koltuğuna oturdum; elektrik aksamını sökenlere bakıyorum. Keyfim yok, pedallayarak işe çıkasım hiç yok. Yoklar arasındaki en yok olanı ise yine para yok. Keyifsiz olduğumu gören Derviş, “Hadi senin bisikletin sistemi de ben değiştireyim, yarın işe beraber çıkarız” dedi. Dervişin aydınlık ve sürekli gülümsüyormuş gibi duran bir yüz ifadesi vardı. Elektrikli bisikletin yasaklanması hiç moralini bozmamıştı, seri bir şekilde benim bisikleti de elektriksiz hale getirdi ve “Çalışmak kurtaracak bizi” diyerek beni gaza getirmeye çalıştı. Zaten dışarda çalışırken de böyleydi Derviş; her şarta uygun ya bir şiir, ya bir özlü söz bulurdu söyleyecek. Bisikletim hazırdı; iki gündür üşenip ertelediğim işi iki dakikada halleden Derviş, işe çıkmamak için bana bir mazeret bırakmamıştı. Ya bu deveyi güdecek ya da bu diyarda başka bir iş arayacaktım.

Günlerden pazar, hem çok soğuk hem de çok güneşli bir Londra sabahına uyanmıştım. Neredeyse Aralık ayına girecek olmamıza rağmen dışarıda güneşli bir hava görmek moralimi biraz olsun yerine getirmişti; iki üç gündür çalışmadığım için işi de özlemiştim; bu yüzden pazar gününe göre erken denilecek bir saatte işe çıktım. Pedalla sürmesi çok kolay gözükmüyordu; bir yandan zor da olsa bisikleti sürüyor, bir yandan da başka yapanlar olduğuna göre ben de yapabilirim diyerek kendimi ikna etmeye çalışıyordum. Oxford Street üzerinden Regent Street’e dönülecek olan kavşağa gelene kadar kan ter içinde kalmıştım; birde müşteri alınca nasıl olacaktı? Neyse onu da müşteri aldım zaman düşünürüm, kısa vadede yeşil ışık yansın ve bu saatlerde en iyi müşteri bekleme yeri olan Regent Street üzerindeki o meşhur, yüz elli yıllık oyuncakçı dükkanı Hamleys’in önüne kadar gidebileyim bu bana yetecek. Yeşil ışığı beklerken Regent Street tarafından yukarıya Oxford Street’e doğru gelen bir kalabalık dikkatimi çekiyor; ellerindeki pankartlara ve kalabalığa bakılırsa çok büyük bir protesto gösterisi var. Pankarttaki yazıları anlamadığım için neyi protesto ediyorlar bilmiyorum. Kortejin başı yanımdaki kaldırımdan geçiyordu, protestocularla aramda sadece kaldırımla yol arasında bulunan demir korkuluklar var. Onlara bakarken yeşil ışık çoktan yanmış ama farkına varmamışım. O gün, oradaki yeşil ışığı geçip Regent Street’e dönemedim; benim tepemde başka bir ışık yandı, üstelik o yanan ışık beni nereye götürecek henüz bilmiyordum. Seçeneklerde durduğu gibi durmuyormuş insan kuvveti ile bisiklet taksi işi yapmak.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder