Kasım ayının ortalarına geldik. Bisiklet takside bir aydan fazladır çalışıyorum. İşler fena değil ama “Günde bu kadar kazansam, ayda şu kadar eder; hadi bunun yarısını masraflara çık…” diyerek yaptığım hesaplar tutmadı. Birincisi, o ilk günkü acemi şansı her zaman olmuyor (Meğerse tek başıma işe çıktığım o ilk gün şansım yaver gitmiş). İkincisi, “Hadi bunun yarısını masraflara çık” derken çok iyimsermişim. Hafta içi yapılan kazanç bisiklet kirası, oda kirası, yeme-içmeye ancak yetiyor. Yani beş günlük kazanç masraflara, iki günlük kazanç da para biriktirmeye ayrılabiliyor. Bu arada Türkçe konuşurken “Para biriktirmek” deyimini de kimse kullanmıyor. Burada konuşulan Türkçeye “Oregano, busy, sorry” kelimeleri gibi para biriktirmenin de İngilizcesi yerleşmiş. Save (Seyv).
Bu işi yapan bütün Türklerle tanıştım. Bisiklet taksi dünyası çıplaklar kampı gibi; kimsenin bir diğerinden gizlisi saklısı yok. Çalışırken sürekli birbirimize “Kaç para yaptın?” diye soruyoruz. Dahası, biri müşterisini diğerlerinin önünde indirirse, müşteri gider gitmez ilk soru “Kaç para aldın onlardan?” oluyor. Hafta sonu gelince herkesin birbirine ilk sorusu “Bu hafta ‘save’ yapabildin mi?” Sürekli olarak, bir başkasının durumu bizden daha mı iyi, daha mı kötü karşılaştırma halindeyiz. Bu durum ilk başta tuhaf geliyor fakat sonra alışıyorsun. Denize girmek gibi yani, su soğuk ama girince alışıyorsun.
Bisiklet taksiciler olarak Büyük Britanya’da konuşulan Türkçeye bizim de bir katkımız oluyor. İngilizcede bir şeyin fiyatı “How much? (Hav Maç?)” diyerek soruluyor. İşte bizim alemde müşteri bisiklete fiyat sormadan binerse, biz bunu başkasına anlatırken “How much’sız bindi” diyerek anlatıyoruz. How much’sız binen müşteriyi severiz; genelde zengindir, fiyatı biraz yüksek söylesen de verir. Bu arada fiyat tarifemiz uçak biletleri gibi; talebe göre bazen çok yüksek, bazen çok düşük.
İşin en eğlenceli kısmı grup yapmak. How much’sız binen müşterilerden sonraki en iyi müşteriler, iki ya da üç bisiklete ancak sığabilen kalabalık gruplar oluyor. Bunlar varacakları yere giderken genellikle yarış yapmamızı isterler. Ve mutlaka içlerinden biri çıkar “Yarışı kazanırsan sana şu kadar ekstra para vereceğim” der. Biz de o grubu almış bisiklet taksiciler olarak hemen aramızda anlaşırız. Gerçekten yarış varmış gibi birbirimizi geçeriz ama işin sonunda kimin bisikletindeki müşteri ekstra para vereceğini söylediyse yarışı o kazanır ve verilen ekstra para aramızda bölüşülür. Bunu bir başkasına anlatırken de “X ile grup yaptım” şeklinde anlatıyoruz.
İşin en zor kısmı ise işe çıkmak. Başında patron olmayınca işe çıkmamak için mazeretler bulmak ve bu mazeretlere kendini inandırmak çok da zor olmuyor. Hava yağmurluysa “Bu havada kimse dışarı çıkmaz” diyerek, güneşliyse “Yağmur yok, hava güzel, kimse bisiklete binmez” diyerek işe çıkmıyoruz. Bir keresinde “Başım ağrıyor” diyen arkadaşa işe çıkalım diye ısrar edince “Ayağım da ağrıyor” demişti. Hiç mazeret bulamazsak işe çıkmış olanları arıyoruz. Soru belli “İşler nasıl?” Karşı taraf “İşler kötü” derse vicdanımız rahat bir şekilde işe çıkmıyoruz. “İşler iyi” derse kapatıp bir başkasını arıyoruz. Ve bu böyle işler kötü diyeni bulana kadar devam ediyor. Vicdanımızı rahatlatmak için “İşler kötü” diyecek birini bulmamız şart. Vicdan önemli. Hiç mazeret bulamazsak “Yarın erken çıkarım” mazeretine sığınıyoruz. Gerektiğinde, mazeret arayıpta bulamadığınız oldu mu hiç? Bizim alemde hiç olmuyor.
Cumartesi günleri öğle saatlerinde başladığımız iş, sabaha karşı dörtte bitiyor. Londra’nın merkezi o saatlerde bile capcanlı. İş bittikten sonra ise gelebilen on-on beş bisikletçi ile beraber soluğu sabah beşte açılan Türk restoranında alıyoruz. Sohbet koyu, gece boyunca anlatılacak bir sürü olay olmuş. Yorgunluk ve uykusuzluğa rağmen herkesin keyfi yerinde. Pazar sabahı esnaflar işyerlerini yeni yeni açarken ise biz uyumaya gidiyoruz. Bu arada benim kazancım iyi az da olsa save yapabiliyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder