29 Eylül 2021 Çarşamba

Bisiklet Taksi Dünyası

Kasım ayının ortalarına geldik. Bisiklet takside bir aydan fazladır çalışıyorum. İşler fena değil ama “Günde bu kadar kazansam, ayda şu kadar eder; hadi bunun yarısını masraflara çık…” diyerek yaptığım hesaplar tutmadı. Birincisi, o ilk günkü acemi şansı her zaman olmuyor (Meğerse tek başıma işe çıktığım o ilk gün şansım yaver gitmiş). İkincisi, “Hadi bunun yarısını masraflara çık” derken çok iyimsermişim. Hafta içi yapılan kazanç bisiklet kirası, oda kirası, yeme-içmeye ancak yetiyor. Yani beş günlük kazanç masraflara, iki günlük kazanç da para biriktirmeye ayrılabiliyor. Bu arada Türkçe konuşurken “Para biriktirmek” deyimini de kimse kullanmıyor. Burada konuşulan Türkçeye “Oregano, busy, sorry” kelimeleri gibi para biriktirmenin de İngilizcesi yerleşmiş. Save (Seyv). 

Bu işi yapan bütün Türklerle tanıştım. Bisiklet taksi dünyası çıplaklar kampı gibi; kimsenin bir diğerinden gizlisi saklısı yok. Çalışırken sürekli birbirimize “Kaç para yaptın?” diye soruyoruz. Dahası, biri müşterisini diğerlerinin önünde indirirse, müşteri gider gitmez ilk soru “Kaç para aldın onlardan?” oluyor. Hafta sonu gelince herkesin birbirine ilk sorusu “Bu hafta ‘save’ yapabildin mi?” Sürekli olarak, bir başkasının durumu bizden daha mı iyi, daha mı kötü karşılaştırma halindeyiz. Bu durum ilk başta tuhaf geliyor fakat sonra alışıyorsun. Denize girmek gibi yani, su soğuk ama girince alışıyorsun. 


Bisiklet taksiciler olarak Büyük Britanya’da konuşulan Türkçeye bizim de bir katkımız oluyor. İngilizcede bir şeyin fiyatı “How much? (Hav Maç?)” diyerek soruluyor. İşte bizim alemde müşteri bisiklete fiyat sormadan binerse, biz bunu başkasına anlatırken “How much’sız bindi” diyerek anlatıyoruz. How much’sız binen müşteriyi severiz; genelde zengindir, fiyatı biraz yüksek söylesen de verir. Bu arada fiyat tarifemiz uçak biletleri gibi; talebe göre bazen çok yüksek, bazen çok düşük.

 

İşin en eğlenceli kısmı grup yapmak. How much’sız binen müşterilerden sonraki en iyi müşteriler, iki ya da üç bisiklete ancak sığabilen kalabalık gruplar oluyor. Bunlar varacakları yere giderken genellikle yarış yapmamızı isterler. Ve mutlaka içlerinden biri çıkar “Yarışı kazanırsan sana şu kadar ekstra para vereceğim” der. Biz de o grubu almış bisiklet taksiciler olarak hemen aramızda anlaşırız. Gerçekten yarış varmış gibi birbirimizi geçeriz ama işin sonunda kimin bisikletindeki müşteri ekstra para vereceğini söylediyse yarışı o kazanır ve verilen ekstra para aramızda bölüşülür. Bunu bir başkasına anlatırken de “X ile grup yaptım” şeklinde anlatıyoruz. 

 

İşin en zor kısmı ise işe çıkmak. Başında patron olmayınca işe çıkmamak için mazeretler bulmak ve bu mazeretlere kendini inandırmak çok da zor olmuyor. Hava yağmurluysa “Bu havada kimse dışarı çıkmaz” diyerek, güneşliyse “Yağmur yok, hava güzel, kimse bisiklete binmez” diyerek işe çıkmıyoruz. Bir keresinde “Başım ağrıyor” diyen arkadaşa işe çıkalım diye ısrar edince “Ayağım da ağrıyor” demişti. Hiç mazeret bulamazsak işe çıkmış olanları arıyoruz. Soru belli “İşler nasıl?” Karşı taraf “İşler kötü” derse vicdanımız rahat bir şekilde işe çıkmıyoruz. “İşler iyi” derse kapatıp bir başkasını arıyoruz. Ve bu böyle işler kötü diyeni bulana kadar devam ediyor. Vicdanımızı rahatlatmak için “İşler kötü” diyecek birini bulmamız şart. Vicdan önemli. Hiç mazeret bulamazsak “Yarın erken çıkarım” mazeretine sığınıyoruz. Gerektiğinde, mazeret arayıpta bulamadığınız oldu mu hiç? Bizim alemde hiç olmuyor. 

 

Cumartesi günleri öğle saatlerinde başladığımız iş, sabaha karşı dörtte bitiyor. Londra’nın merkezi o saatlerde bile capcanlı. İş bittikten sonra ise gelebilen on-on beş bisikletçi ile beraber soluğu sabah beşte açılan Türk restoranında alıyoruz. Sohbet koyu,  gece boyunca anlatılacak bir sürü olay olmuş. Yorgunluk ve uykusuzluğa rağmen herkesin keyfi yerinde. Pazar sabahı esnaflar işyerlerini yeni yeni açarken ise biz uyumaya gidiyoruz. Bu arada benim kazancım iyi az da olsa save yapabiliyorum.

 

22 Eylül 2021 Çarşamba

Çalışmak Kurtaracak Beni


Bisiklet takside ikinci günüm… Bülent: “Her gün benimle işe çıkarsan işi öğrenemezsin, tek başına çık” diyerek beni işe gönderdi. Tek başıma işe çıkmak beni çok korkutuyor ama her gün Bülent’e ya da Oğuz’a: “Benimle işe çık” demek de çok mantıklı gelmiyor. Cebimde iki hafta beni idare edecek kadar para olsa işe hiç çıkmayıp başka bir iş arayacağım. Fakat Sterlinle olan ilişkim ilişkilerdeki en eski kural düzeyinde; kaçan kovalanır. Bu arada ben Sterlin dedikçe Oğuz da Bülent de beni düzeltiyor. “Pound oğlum pound. Ne Sterlini?” İngiltere’nin para biriminin tam adı “Pound Sterling”. Türkiye’de sondaki “g” harfi de atılmış ve sterlin olarak nam salmış nedense. İngiltere'de ise Pound olarak dolaşıyor. İngiltere demem de tam doğru sayılmaz; buranın tam adı Büyük Britanya. İngiltere, İskoçya ve Galler ülkelerinden oluşuyor. Bütün ülkeler iç işlerinde bağımsız, dış işlerinde Londra’daki meclise bağlı. Üstüne üstlük bir de Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda şeklinde daha uzun bir adı daha var. Böyle denildiği vakit Kuzey İrlanda da az önce sayılan ülkelere dahil demek. Benim duruma dönersek; Büyük Britanya’nın başkenti Londra’daki ikinci iş günüm. Poundum az, yalnızlığım çok, endişelerim sınırsız. 

Bisikletleri park ettiğimiz garaj Oxford Street’e çok yakın olduğu için ve zaten merkezde başka bir yeri bilmediğim için işe çıkar çıkmaz Oxford Street’te soluğu aldım. Vakit akşam üstü, hava karardı kararacak, cadde yine insan kaynıyor. Mağazalar akşam sekizde kepenklerini indiriyormuş; bu yüzden akşam vakitleri alışverişini tamamlayanlar en yakın tren istasyonuna gitmek için bisiklet taksi kullanıyorlarmış. Primark (Praymark) isimli çok ünlü bir giyim mağazasının önünde bekleyen bisiklet taksicileri görünce beklemelik bir yer demekki diye düşünüp bisikletimi diğer bisiklet taksilerin arkasına park ettim. Bu arada Primark mağazası çok pahalı ve kaliteli ürünler sattığından dolayı ünlü değil, çok ucuz ve neredeyse ikinci kez bile giyilemeyecek kadar kalitesiz ürünler sattığından dolayı ünlü. Buna rağmen şimdiye kadar gördüğüm bütün Primark mağazaları günün neredeyse her saati çok kalabalık. Üstelik ciroları da çok iyi olmalı ki hiç kapananını görmedim.  

Bisikletimi diğer bisiklet taksi işi yapanların arkasına park ettim ama müşteriyi sırayla almak gibi bir kural yokmuş. Müşteri kime gelirse o alıp götürüyormuş. Ve o kadar kişinin arasından müşteri bana geldi. Bir anda bisikletin üzerinde oturuşum bile değişti. Sanki anlayacakmış gibi müşteriyi can kulağıyla dinlemeye başladım. Müşterim: “Bi şey, bi şey, bi şey” diyerek büyük ihtimalle gitmek istediği yeri sordu ve ben tek kelime bile anlamadım. Hiç sorun yok, bu kısım sürpriz değil. Bülent bana: “Anlamazsan ‘Can you show me? (Bana tarif eder misiniz?)’ dersin onlar sana tarif eder.” demişti. Bu yüzden “Can you show me?” hakkımı kullandım. “Yes, bi şey, bi şey” dedi ve bisiklete bindi. Müşteri almıştım, inanamıyordum! Nereye gittiğim, dönüşte yolumu nasıl bulacağım ve daha da önemlisi fiyat olarak ne söyleyeceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Buna rağmen yolculuk başlar başlamaz öyle bir özgüven geldi ki, sanki diğer bisiklet taksicilerin önünden geçerken kubara kubara geçiyordum. Ee onlarda müşteri yok, bende var. Tekrar bu iş iyiymiş diye düşünmeye başladım. Patron yok, şu saatte işe başla, şu saatte işi bitir derdi yok. İngilizce istiyorsan İngilizce, Türkçe istiyorsan Türkçe konuş. Güzel iş valla. Çok iyi iş. 

Kendimi işin iyi olduğuna ikna ede ede yolu bitirmiştim. Oxford Street’e çok yakın olmasına rağmen o güne dek hiç görmediğim Arap mahallesindeydik. Edgware Road (Ecver Road). Restoranı, marketi, bankasına varana kadar işyeri tabelalarının çoğunun Arapça olduğu bir cadde. Nargile kafelerden gelen buram buram nargile kokusu her yeri kaplamış. Çok değil yüz metre ileride sonbahar soğuğuna rağmen kadınlar dar giymişler fistanlarını, göstermişler memelerini; burada ise bol giymişler burkalarını, saklamışlar gözlerini. Yüz metre ile ülke değişmişti sanki.

Müşteriyi indirdikten sonra tarif edilemez bir sevinçle Oxford Street’e geri döndüm. Tamamdır. Ben bu işten hızlıca para biriktirip dil kursuma geri dönerim. Yine Primark’ın önünde bekliyorum. Bu sefer anne, kız ve büyükanne olduğunu düşündüğüm üç kişilik bir aile geldi. Türkçe dublajlı yabancı filmlerdeki gibi büyükanne dememin sebebi, İngilizcenin akraba unvanları konusundaki cimriliğinden kaynaklanıyor. Hem halaya hem de teyzeye “Auntie”, hem dayıya hem de amcaya “Uncle”, hem babaanneye hem de anneanneye “Grandmum” diyorlar. Yani, büyükannenin babaanne mi yoksa anneanne mi olduğunu öğrenmek için, baba tarafından mı büyükanne, anne tarafından mı büyükanne diye bir soru daha sormak gerekiyor. Aynısı hala-teyze ve dayı-amca için de geçerli. 

Yanındaki küçük kızın annesi olduğunu tahmin ettiğim kadın: “Bi şey, bi şey, bi şey”
Ben: “Can you show me?” 

Aha! İşe yaramadı bu sefer. Kadın: “Bi şey ,bi şey, bi şey” demeye devam ediyor ve eliyle ileri-geri dermiş gibi hareketler yapıyordu. Biraz ileride sohbet eden bisiklet taksicilerin tiplerinden Türk oldukları belliydi. Kadına bekle işareti yaptım ve nasıl olsa biri üstüne alınır diye düşünerek ortaya: “Kardeş bi bakar mısınız? Kadın bir şey dedi ama anlamadım” diye seslendim. Bir arkadaş geldi ve durum açıklığa kavuştu. Meğerse kadın: “Arkadaşın ‘Tarif eder misiniz?’ dedi ama tarif edecek bir şey yok. Kızım bunlara binmeyi çok istiyor. Bu yüzden ilerideki istasyonun oraya kadar gidip geri buraya gelmek istiyoruz” demiş. Bazen belli bir adres yerine eğlencesine binenler de oluyormuş. Türk arkadaş öyle söyledi. Benim için çok iyi; hem bilmediğim bir yere gidip nasıl geri dönerim diye panik yaşamayacağım, hem de döndükten sonra Primark önünde yeni bir iş beklemeye devam edebileceğim. Annesiyle kızını aldım ve yolculuk başladı. Büyükanne bizi Primark önünde bekleyecekmiş.  

Çok eğlenerek, dedikleri gibi Oxford Street’in tam ortasında bulunan metro istasyonuna kadar gittim ve geri geldim. Kadın: “It’s not same place.” dedi. Bu sefer dediğini anladım. Aynı yere getirmedin demek istiyor. Nasıl yani! Koca Primark işte. Başka Primark var desek aynı yol üzerinde gittim geldim. İstesem bile yanlış yapamam. Kadına elimle Primark’ı gösterdim. Kadın bu sefer: “Where is the lady then?” dedi. Bu da basit İngilizce, bunu da anladım. Hani büyükanneyi Primark önünde bırakmıştık ya? Ha işte bu yüzden kadın: “Bizi aynı yere bıraktıysan yaşlı kadın nerede o zaman?” diye soruyor. İngilizcem olsa “Kavak ağacı mı bu be kadın? Korkuluk mu? Ben ne bileyim büyükanne nerde?” diye çıkışacağım ama yok işte İngilizce. Kadın ciddi ciddi benim farklı bir yere getirmiş olabileceğimi düşünüyor ama kanlı canlı bir insanın yürüyüp istediği bir yere gitmiş olabileceğini düşünmüyor. Bu arada hala paramı da vermedi. Ortam iyiden iyiye gerilmeye başlıyorken yaşlı kadın Primark’ın içinden çıktı, el sallayarak bize doğru yaklaşmaya başladı. Az önce çeviri yapan Türk arkadaş da bir sorun olduğunu anlayıp geldi. Ben durumu anlattıktan sonra kadınla konuşmaya başladı. Kadın sağı solu açık bisiklet, yolda belki bir şey olur diye düşünerek cüzdanını ve telefonunu annesine bırakmışmış. Bu yüzden bana para ödeyemeyeceği için paniklemiş ve birden farklı bir yerdeyiz zannetmiş. Öyle söylesene be kadın diyeceğim de, öyle söylese de anlamazdımki. Öte yandan panikledin tamamda, bizi farklı yere getirdin diye beni suçlamak nedir allasen? Bu arada yaşlı kadından bahsederken anne dediğine göre büyükannemiz anneanne olmuş oluyor. Babaanne olsaydı kaynana anlamına gelen “Mother-in-law” derdi. Hayır bizdeki gibi kaynanaya da anne demiyorlar. Kaynana diyorlar. Dil kursunda en son ders bunları öğrenmiştik.

O gün bir haftalık bisiklet kirasını çıkaracak kadar para kazanmıştım. Milli sporumuz olan aylık kazanç kabaca ne olurun hesabına giriştim. “Aylık kazanç ne olur diye hesaplamak kepçe izlemek gibi ata sporumuzdur.” desem itiraz eden olmaz herhalde. Döner dükkanı açacak olan bütün girişimciler “Tanesi on liradan yüz döner satsam, günde bin lira ayda otuz bin lira yapar. Hadi bunun on beş binini masraflara çık, kaldı on beş bin. Çok şükür iyi para. hem bunun ayranı var, tatlısı var daha onları saymadım bile.” diye düşünerek kariyerlerine başlarlar. Ben de “Günde bu kadar kazansam ayda şu kadar yapar. Hadi bunun yarısını masraflara çık. Elde kalan meblağ yine çok büyük. Üç ay sıkı çalışıp yılbaşında tekrar Bournemouth’a döner dil kursuma devam ederim. Bir de yılbaşı yaklaştıkça işler iki katına çıkıyormuş. Ben daha onu hesaba katmadım bile. Onunla da Türkiye’deki kredi kartı borçlarımı kapatırım, ne zamandır istiyordu ablama da bir araba alırım” Hayaller üç ay çalışıp önümüzdeki sene hiç çalışmadan dil kursuna gitmek, kredi kartı borcu ödemek ve araba almak. Peki ya hayatlar?

14 Eylül 2021 Salı

Londra'da İlk İş Günüm

Yerin yedi kat dibindeyim. Gerçekten yedi kat dibinde! Londra’nın üstü, nüfusun ihtiyaçlarını karşılamaya yetmemiş. Bu yüzden yeri yarıp altına da metroydu, otoparktı sıkıştırmışlar bir şeyler. Bizde Bülent’le beraber bana bisiklet taksi kiralamak için bir otoparkın eksi yedinci katına gittik. Arabasını kimse eksi yediye kadar indirmek istemediğinden dolayı, orayı da bisiklet taksicilere kiralayalım demişler. Türkler, bu sektörde hem çalışan olarak hem de bisiklet kiralayan olarak sayıca diğer milletlere göre çoklar. Ben de bir Türk’ten bisiklet taksi kiraladım ve işe çıktık. Bugünkü amacım para kazanmaktan ziyade az çok yolları öğrenmek, işin nasıl yapıldığını görmek ve bisiklet sürmeyi öğrenmekti. Bisiklet sürmeyi tabii biliyorum ama bu bisiklet üç tekerli ve arkasında kocaman üç kişilik koltuk var. Oğuz, Yücel ve Bülent’le beraber kalmaya başladığım evde koltuk yok, bu bisikletlerde var. Alışmak için en azından bir kere şehirde müşterisiz tur atmak lazımmış. Çünkü bisikletin arka tarafının genişliğini unutup ufak tefek kazalar atlatan çok oluyormuş. Bu arada bisikletler elektrikli, yani müşteri taşıması çok zahmetli değil. 

Londra’nın tam kalbine geldik. Oxford Street’teyiz. Bir ucundan diğer ucuna yürümesi yarım saatten fazla süren upuzun bir cadde. Dünyaca ünlü alışveriş mağazaları bu caddede olduğu için kaldırımlar hınca hınç insan kaynıyor. Trafik ise neredeyse her zaman sıkışık. Müşteri alma düşüncemiz olmadığı için trafiğin izin verdiği ölçüde yavaş yavaş ilerliyoruz. Caddenin ortasına kadar geldik ve oradan Londra’nın bir başka ünlü caddesi Regent Street’e döndük. Oxford Street kadar olmasa da burası da kalabalık. İyi tarafı Oxford Street’ten biraz daha geniş olduğu için trafik sıkışıklığı yok. Dört katlı, yüz elli yıllık oyuncak mağazası Hamleys de bu cadde üzerinde. Bu arada gündüzleri buralarda dolaşmalıymışım, çünkü gündüz en çok bu iki cadde üzerinde müşteri alıyormuşuz. Regent Street’in sonu ise Piccadilly Circus (Pikadili Sörkus) diye adlandırılan bir meydana varıyor. Burası Londra’nın tam kalbi ve buluşma noktası. Meydan geniş olduğu için Türk bisiklet taksiciler burasını durak gibi kullanıyormuş. Vardığımızda beş tane daha Türk orada müşteri bekliyordu. Biz müşteri almayacağımız için onlara selam verdik ve en arka tarafa park ettik. Maksat ortama alışmak ve diğer Türklerle tanışmak. 

Bu arada Bülent Londra merkezi çok iyi biliyordu. Bisikleti gayet ustaca kullanıyordu ve Türk olmayan bisiklet taksicilerle olan konuşmasına bakılırsa yeterli seviyede İngilizce konuşuyordu. Ortak zannettiğim yokluklarımız meğer sadece benim yokluklarımmış. Bu yeni öğrendiğim bilgi beni biraz panikletti. Şimdiye kadar tek dayanağım Bülent yapabildiğine göre ben de yapabilirim şeklindeydi. Artık işi yapabileceğime olan inancım kalmamıştı. “E sen bana niye ben de çok iyi bilmiyorum dedin” diye çıkışınca Bülent her zamanki yumuşak ses tonuyla “Ya sen şimdi niye ona takıldın ki?” şeklinde suçu üstüne almaktansa bana paslayan bir cevap verdi. “Ee kabahat samur kürk olsa kimse sırtına almazmış. Tabi canım durduk yere ben şimdi niye Bülent’in merkez Londrayı iyi bilmesine, bisikleti güzel kullanmasına ve İngilizce bilmesine takıldım ki?  Sonrasında Bülent “İlla işi hiç bilmeyen birilerini arıyorsan o kadar çalışanın arasında vardır mutlaka senin gibi yeni başlayan birileri merak etme.” diye de devam etti. Bülent’in bir konuda şaka yapıp yapmadığını anlayamazdınız; bir şey söylerken ses tonu ve mimikleri hiç değişmiyordu. Bu yüzden şaka mı yapıyor, gerçekten dediği gibi mi ancak yaşayarak öğrenecektim.

Canım çok sıkılmıştı. Şimdiye kadar bir an önce para biriktirip dil kursuma devam ederim diye düşünürken, şimdi, bir haftalık parasını peşin ödediğim bisikletin kirasını bari çıkartsam diye düşünüyordum. Bugün salı, işi bugün bile bıraksam haftaya pazartesiye kadar ödenmiş bisiklet kirası var. Bu hafta mecburen çalışacağım. Benim kebap shoptan kalma haftalığım bisiklet kirası, oda kirası derken neredeyse bitti. Üç gün içinde para kazanamazsam bu sefer kesin aç kaldım demektir. Şu ana kadar aç kalma ihtimaline hiç bu kadar yaklaşmamıştım. Diğer çalıştığım yerlerde hem yemek veriyorlardı, hem de zaten hafta bitince haftalığımı alıyordum. Elime üç kuruş da olsa bir para geçiyordu. Bu arada İngiltere’de maaşlar da, harcamalar da haftalık olarak yapılıyor. Pazartesi bu işe devam edeceksem yeniden bisiklet kirası ve başka iş arayacaksam bile yeniden oda kirası ödemek zorundayım. 

Piccadilly Circusta diğer Türklerle beraber beklemeye devam ediyoruz. Bülent, moralimin bozulduğunun bile farkında değil. Yine düz bir tonla “Bundan iyi iş mi bulacaksın, bak ne güzel sosyalleşmek istersen burada dur Türklerle sosyalleş, az ileride Leicester Square (Lestır Sukuer) var, oraya git Polonyalılarla İngilizceni geliştir. O da olmadı al bi çay, yak bi sigara, otur bisikletine çay sigara keyfi yap.” dedi. Beni gaza mı getirmeye çalışıyor, bu işte para mara yok biz ortamını seviyoruz demeye mi getiriyor anlamak mümkün değil. Çocuğa doğarken jest ve mimik özelliği eklemeyi unutmuşlar. Ne yüzünde bir değişiklik ne sesinde bir farklılık var. Beni yine bir endişe kapladığı için, ağzımdan çıkanlar beynimin süzgecinden geçmemeye başlamıştı. Endişelenmeye başlayınca ne dediğimi bilmiyorum. Bülent “Al çayını, yak sigaranı…” dedi diye en önemli sorunummuş gibi “Ben sigara içmiyorum ki” dedim. Yine jestsiz, mimiksiz, ve çok normal bir şey söylüyormuş gibi “Yauv içmiyorum olur mu? Gurbettesin. Bak şu arkadaşlara hepsi içiyor, sende iç.” dedi. Bülent’teki sakinlikteki çıta Allahuekber dağlarında, vurdumduymazlık dersen Konya ovası genişliğinde. Küçükken Passiflora kazanına falan düşmüş olmalı bu çocuk, kesinlikle başka bir açıklaması olamaz. 

Meydanda bulunan diğer Türklere bakıyorum, onlar da gayet rahat. Arka koltuklara ikişerli, üçerli oturmuşlar sohbet ediyorlar. Geldiğimizden beri müşteri alanı görmedim. Geldiğimizden beri benden başka panikleyeni de görmedim. Bunların hepsinin anaları-babaları zengin herhâlde diye düşünmeye başladım. Keşke kebap shoptan bari çıkmasaydım, bisikletten taksi mi olur? Hava soğuk, Londra dediğin yer yaz-kış yağmurlu, normal taksi varken niye buna binsinler ki? Binerler mi?