22 Eylül 2021 Çarşamba

Çalışmak Kurtaracak Beni


Bisiklet takside ikinci günüm… Bülent: “Her gün benimle işe çıkarsan işi öğrenemezsin, tek başına çık” diyerek beni işe gönderdi. Tek başıma işe çıkmak beni çok korkutuyor ama her gün Bülent’e ya da Oğuz’a: “Benimle işe çık” demek de çok mantıklı gelmiyor. Cebimde iki hafta beni idare edecek kadar para olsa işe hiç çıkmayıp başka bir iş arayacağım. Fakat Sterlinle olan ilişkim ilişkilerdeki en eski kural düzeyinde; kaçan kovalanır. Bu arada ben Sterlin dedikçe Oğuz da Bülent de beni düzeltiyor. “Pound oğlum pound. Ne Sterlini?” İngiltere’nin para biriminin tam adı “Pound Sterling”. Türkiye’de sondaki “g” harfi de atılmış ve sterlin olarak nam salmış nedense. İngiltere'de ise Pound olarak dolaşıyor. İngiltere demem de tam doğru sayılmaz; buranın tam adı Büyük Britanya. İngiltere, İskoçya ve Galler ülkelerinden oluşuyor. Bütün ülkeler iç işlerinde bağımsız, dış işlerinde Londra’daki meclise bağlı. Üstüne üstlük bir de Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda şeklinde daha uzun bir adı daha var. Böyle denildiği vakit Kuzey İrlanda da az önce sayılan ülkelere dahil demek. Benim duruma dönersek; Büyük Britanya’nın başkenti Londra’daki ikinci iş günüm. Poundum az, yalnızlığım çok, endişelerim sınırsız. 

Bisikletleri park ettiğimiz garaj Oxford Street’e çok yakın olduğu için ve zaten merkezde başka bir yeri bilmediğim için işe çıkar çıkmaz Oxford Street’te soluğu aldım. Vakit akşam üstü, hava karardı kararacak, cadde yine insan kaynıyor. Mağazalar akşam sekizde kepenklerini indiriyormuş; bu yüzden akşam vakitleri alışverişini tamamlayanlar en yakın tren istasyonuna gitmek için bisiklet taksi kullanıyorlarmış. Primark (Praymark) isimli çok ünlü bir giyim mağazasının önünde bekleyen bisiklet taksicileri görünce beklemelik bir yer demekki diye düşünüp bisikletimi diğer bisiklet taksilerin arkasına park ettim. Bu arada Primark mağazası çok pahalı ve kaliteli ürünler sattığından dolayı ünlü değil, çok ucuz ve neredeyse ikinci kez bile giyilemeyecek kadar kalitesiz ürünler sattığından dolayı ünlü. Buna rağmen şimdiye kadar gördüğüm bütün Primark mağazaları günün neredeyse her saati çok kalabalık. Üstelik ciroları da çok iyi olmalı ki hiç kapananını görmedim.  

Bisikletimi diğer bisiklet taksi işi yapanların arkasına park ettim ama müşteriyi sırayla almak gibi bir kural yokmuş. Müşteri kime gelirse o alıp götürüyormuş. Ve o kadar kişinin arasından müşteri bana geldi. Bir anda bisikletin üzerinde oturuşum bile değişti. Sanki anlayacakmış gibi müşteriyi can kulağıyla dinlemeye başladım. Müşterim: “Bi şey, bi şey, bi şey” diyerek büyük ihtimalle gitmek istediği yeri sordu ve ben tek kelime bile anlamadım. Hiç sorun yok, bu kısım sürpriz değil. Bülent bana: “Anlamazsan ‘Can you show me? (Bana tarif eder misiniz?)’ dersin onlar sana tarif eder.” demişti. Bu yüzden “Can you show me?” hakkımı kullandım. “Yes, bi şey, bi şey” dedi ve bisiklete bindi. Müşteri almıştım, inanamıyordum! Nereye gittiğim, dönüşte yolumu nasıl bulacağım ve daha da önemlisi fiyat olarak ne söyleyeceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Buna rağmen yolculuk başlar başlamaz öyle bir özgüven geldi ki, sanki diğer bisiklet taksicilerin önünden geçerken kubara kubara geçiyordum. Ee onlarda müşteri yok, bende var. Tekrar bu iş iyiymiş diye düşünmeye başladım. Patron yok, şu saatte işe başla, şu saatte işi bitir derdi yok. İngilizce istiyorsan İngilizce, Türkçe istiyorsan Türkçe konuş. Güzel iş valla. Çok iyi iş. 

Kendimi işin iyi olduğuna ikna ede ede yolu bitirmiştim. Oxford Street’e çok yakın olmasına rağmen o güne dek hiç görmediğim Arap mahallesindeydik. Edgware Road (Ecver Road). Restoranı, marketi, bankasına varana kadar işyeri tabelalarının çoğunun Arapça olduğu bir cadde. Nargile kafelerden gelen buram buram nargile kokusu her yeri kaplamış. Çok değil yüz metre ileride sonbahar soğuğuna rağmen kadınlar dar giymişler fistanlarını, göstermişler memelerini; burada ise bol giymişler burkalarını, saklamışlar gözlerini. Yüz metre ile ülke değişmişti sanki.

Müşteriyi indirdikten sonra tarif edilemez bir sevinçle Oxford Street’e geri döndüm. Tamamdır. Ben bu işten hızlıca para biriktirip dil kursuma geri dönerim. Yine Primark’ın önünde bekliyorum. Bu sefer anne, kız ve büyükanne olduğunu düşündüğüm üç kişilik bir aile geldi. Türkçe dublajlı yabancı filmlerdeki gibi büyükanne dememin sebebi, İngilizcenin akraba unvanları konusundaki cimriliğinden kaynaklanıyor. Hem halaya hem de teyzeye “Auntie”, hem dayıya hem de amcaya “Uncle”, hem babaanneye hem de anneanneye “Grandmum” diyorlar. Yani, büyükannenin babaanne mi yoksa anneanne mi olduğunu öğrenmek için, baba tarafından mı büyükanne, anne tarafından mı büyükanne diye bir soru daha sormak gerekiyor. Aynısı hala-teyze ve dayı-amca için de geçerli. 

Yanındaki küçük kızın annesi olduğunu tahmin ettiğim kadın: “Bi şey, bi şey, bi şey”
Ben: “Can you show me?” 

Aha! İşe yaramadı bu sefer. Kadın: “Bi şey ,bi şey, bi şey” demeye devam ediyor ve eliyle ileri-geri dermiş gibi hareketler yapıyordu. Biraz ileride sohbet eden bisiklet taksicilerin tiplerinden Türk oldukları belliydi. Kadına bekle işareti yaptım ve nasıl olsa biri üstüne alınır diye düşünerek ortaya: “Kardeş bi bakar mısınız? Kadın bir şey dedi ama anlamadım” diye seslendim. Bir arkadaş geldi ve durum açıklığa kavuştu. Meğerse kadın: “Arkadaşın ‘Tarif eder misiniz?’ dedi ama tarif edecek bir şey yok. Kızım bunlara binmeyi çok istiyor. Bu yüzden ilerideki istasyonun oraya kadar gidip geri buraya gelmek istiyoruz” demiş. Bazen belli bir adres yerine eğlencesine binenler de oluyormuş. Türk arkadaş öyle söyledi. Benim için çok iyi; hem bilmediğim bir yere gidip nasıl geri dönerim diye panik yaşamayacağım, hem de döndükten sonra Primark önünde yeni bir iş beklemeye devam edebileceğim. Annesiyle kızını aldım ve yolculuk başladı. Büyükanne bizi Primark önünde bekleyecekmiş.  

Çok eğlenerek, dedikleri gibi Oxford Street’in tam ortasında bulunan metro istasyonuna kadar gittim ve geri geldim. Kadın: “It’s not same place.” dedi. Bu sefer dediğini anladım. Aynı yere getirmedin demek istiyor. Nasıl yani! Koca Primark işte. Başka Primark var desek aynı yol üzerinde gittim geldim. İstesem bile yanlış yapamam. Kadına elimle Primark’ı gösterdim. Kadın bu sefer: “Where is the lady then?” dedi. Bu da basit İngilizce, bunu da anladım. Hani büyükanneyi Primark önünde bırakmıştık ya? Ha işte bu yüzden kadın: “Bizi aynı yere bıraktıysan yaşlı kadın nerede o zaman?” diye soruyor. İngilizcem olsa “Kavak ağacı mı bu be kadın? Korkuluk mu? Ben ne bileyim büyükanne nerde?” diye çıkışacağım ama yok işte İngilizce. Kadın ciddi ciddi benim farklı bir yere getirmiş olabileceğimi düşünüyor ama kanlı canlı bir insanın yürüyüp istediği bir yere gitmiş olabileceğini düşünmüyor. Bu arada hala paramı da vermedi. Ortam iyiden iyiye gerilmeye başlıyorken yaşlı kadın Primark’ın içinden çıktı, el sallayarak bize doğru yaklaşmaya başladı. Az önce çeviri yapan Türk arkadaş da bir sorun olduğunu anlayıp geldi. Ben durumu anlattıktan sonra kadınla konuşmaya başladı. Kadın sağı solu açık bisiklet, yolda belki bir şey olur diye düşünerek cüzdanını ve telefonunu annesine bırakmışmış. Bu yüzden bana para ödeyemeyeceği için paniklemiş ve birden farklı bir yerdeyiz zannetmiş. Öyle söylesene be kadın diyeceğim de, öyle söylese de anlamazdımki. Öte yandan panikledin tamamda, bizi farklı yere getirdin diye beni suçlamak nedir allasen? Bu arada yaşlı kadından bahsederken anne dediğine göre büyükannemiz anneanne olmuş oluyor. Babaanne olsaydı kaynana anlamına gelen “Mother-in-law” derdi. Hayır bizdeki gibi kaynanaya da anne demiyorlar. Kaynana diyorlar. Dil kursunda en son ders bunları öğrenmiştik.

O gün bir haftalık bisiklet kirasını çıkaracak kadar para kazanmıştım. Milli sporumuz olan aylık kazanç kabaca ne olurun hesabına giriştim. “Aylık kazanç ne olur diye hesaplamak kepçe izlemek gibi ata sporumuzdur.” desem itiraz eden olmaz herhalde. Döner dükkanı açacak olan bütün girişimciler “Tanesi on liradan yüz döner satsam, günde bin lira ayda otuz bin lira yapar. Hadi bunun on beş binini masraflara çık, kaldı on beş bin. Çok şükür iyi para. hem bunun ayranı var, tatlısı var daha onları saymadım bile.” diye düşünerek kariyerlerine başlarlar. Ben de “Günde bu kadar kazansam ayda şu kadar yapar. Hadi bunun yarısını masraflara çık. Elde kalan meblağ yine çok büyük. Üç ay sıkı çalışıp yılbaşında tekrar Bournemouth’a döner dil kursuma devam ederim. Bir de yılbaşı yaklaştıkça işler iki katına çıkıyormuş. Ben daha onu hesaba katmadım bile. Onunla da Türkiye’deki kredi kartı borçlarımı kapatırım, ne zamandır istiyordu ablama da bir araba alırım” Hayaller üç ay çalışıp önümüzdeki sene hiç çalışmadan dil kursuna gitmek, kredi kartı borcu ödemek ve araba almak. Peki ya hayatlar?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder