On sekiz metre uzunluğunda otobüs... Öyle uzun ki, arka tarafı ön tarafından bağımsız. İstediği gibi sallana sallana yoluna devam edebiliyor. Londra trafiğini rahatlatmak amacıyla getirilmişler ve Londra trafiğini rahatlatmak amacıyla geri kaldırıldılar. Yerel işleri yöneten adam: “Yetmiş yerine yüz kırk dört yolcu kapasiteli, dokuz metre yerine on sekiz metre uzunluğunda olan otobüsler getireceğiz. Londra’da trafik sorunu falan kalmayacak.” demiş ve bu otobüsleri belediyenin bir hizmeti olarak Londra sokaklarına salmış. Sekiz sene sonra ise yerel işleri yönetmeye talip bir başka adam, ki kendisi Boris Johnson olur: “Bu on sekiz metre otobüslerin götü başı ayrı oynuyor, üstelik çok yer kapladığı için trafiği sıkıştırıyor; belediye reisi olursam bu otobüsleri kaldıracağım Londra’da trafik sorunu falan kalmayacak” diye vaat etmişti. Özellikle söz verdiği şeyleri yerine getirmemekle ünlü Sarı Boris, belediye reisi olur olmaz dediğini yapıp kademeli olarak bu otobüsleri kaldırdı. On milyon nüfuslu koca Londra şehrini daraltıyor diyerek kaldırılan otobüslerin, beş yüz bin nüfuslu, küçücük Malta ülkesine itelenmesi de bence ders kitaplarında okutulması gereken ticari bir başarıdır. Benim bu uzun otobüsleri anma sebebim ise işbu yazının kötü karakteri olmasından ötürü.
Bisiklet takside elektriksiz ilk günüm. Kan ter içinde zar zor Oxford Street’teki kavşağa kadar geldim ve yeşil ışık yanınca Regent Street’e dönüp ilerideki oyuncak mağazası Hamleys’in önünde beklemeyi planlıyorum. Eskisi gibi geze geze müşteri bulması çok yorucu; en iyisi bir yerde beklemek. Yeşil ışığı beklerken büyük bir protesto grubu yanımdaki kaldırımdan geçiyor. Grup o kadar kalabalık ki protestocularla aramda kaldırımın kenarındaki demir korkuluklar olmasa, kaldırıma zor sığan kalabalık üstüme doğru taşabilir. Yeşil ışık yandı. Baktım arkamdan on sekiz metrelik otobüslerden biri geliyor. Önce o geçsin, sonra ben geçerim diye düşündüm; çünkü önce ben geçecek olsam ileride yol daralıyor, kaplumbağa gibi giden hızımla kocaman otobüsü arkama alıp trafiği yavaşlatmak istemedim. Bisikletler elektrikliyken arkamdan kim geliyor bakmazdım bile; gaza basıp geçerdim. Otobüsün ön tarafı kazasız belasız beni geçti. Dediğim gibi bu otobüslerin arka kısmı bana her zaman belirli bir özgürlüğe sahipmiş gibi gelirdi. Gerçekten de öyleymiş. Bağımsızlığını kazanmış arka taraf, ön tarafa uymaktansa benim bisiklete kur yapmaya başlamıştı. Önce küçük dokunuşlarla başlayan bu kur, otobüsün ön tarafı ilerledikçe yerini daha ateşli temaslara bıraktı ve git gide otobüsün tamamı benim bisiklete sürtmeye başlamıştı. Belli ki bisikletin de rızası varmış. Bisiklet ve otobüs arasında geçen bu zamansız münasebetsizlik bittiğinde ise kendimi kaldırımda, protestocuların ayakları altında buldum. Üç tekerli ekmek teknesi diyerek sevdiğim bisiklet, otobüsle oynaşacağım derken beni at gibi üstünden atmıştı.
Böyle bir kalabalığın içine düşünce insan ilk olarak ezilmekten korkuyor. Şükür ki ezilme ihtimalimin farkında olan protestocular bana basılarak geçilmesin diye hemen çevremde etten duvar örmüşlerdi. İki tanesi ise hızlı bir şekilde ilk yardıma başlamıştı. İçimden “Gelişmiş ülke böyle oluyor demek ki, adamlar bir kaza anında nasıl müdahale edilir bir doktor, bir hemşire kadar iyi biliyor. Helal olsun.” diyordum. İlk müdahaleyi yapanlardan birisi hemen gözlerime ışık tutup bilincim yerinde mi diye kontrol ederken diğeri kolumda ya da bacaklarımda bir kırık çıkık var mı ona baktı. Öyle bir ilgi ki, neredeyse “Borcum ne kadar?” diye soracağım. Hastaneye gitsem bu kadar ilgilenmezlerdi herhalde diye düşünüyordum ki doğru düşünüyormuşum. Protestocular, yapabilecekleri bütün kontrolleri yaptıktan sonra bir şeyim olmadığını anladılar ve elimden tutup beni yerden kaldırdıktan sonra “Bi şey, bi şey, bi şey” deyip protestolarına devam ettiler.
Bu arada bisikleti birileri kaldırıma çekmiş; tabi hala bisiklet denebilirse. Arka tarafta üç kişinin oturduğu koltuk kısmına artık bir kişi zor sığar. Teker dersen bir dudağı yere bir dudağı göğe bakan gülyabaniye dönmüş. En sağlam kalan kısmı: üzerindeki zil. Şimdi en önemli soru şu: bu bisiklet sürerek garaja geri götürmesi imkansız hale geldiğine göre, garaja geri nasıl götürülecek? Dervişin işe çıkacağını bildiğim için hemen onu arayıp yardım istedim. Kazayı özet geçtikten sonra Derviş’ten o an için bana hayatı sorgulatan bir bilgi geldi. Derviş: “Başkan bugün sağlık çalışanlarının protesto gösterisi vardı.” dedi. Birçok Türk ortamında olduğu gibi birbirimizi başkan, müdür, reis, hacı şeklinde kazanılmamış sıfatlarla çağırırdık. “Mamut” diye hitap eden biri bile vardı aramızda. Evet “Mamut”
Gergin ya da şaşkın olduğum zamanlarda söylenebilecek en absürt ne varsa onu söylerim.
● Nasıl yani! Sağlık çalışanları derken hemşire, doktor falan mı?
● Yok nalbur, kasap, yoğurtçu falan
Diyecek bir şey yok; o soruya ben de olsam o cevabı verirdim.
Kaza yapacak kadar şansız; yüzlerce doktor, hemşire, paramedik arasına düşecek kadar da şanslıydım. Paramedik, acil tıbbi durumlarda hasta ve yaralılara bakım yapan meslek grubuna verilen unvandır bu arada. Hemşire ve doktor kadar çok bilinmez ama ihtiyaç halinde Azrail efendiyle canınızın pazarlığını o yapar. Tıp dünyasının ileri gelenlerini bulmuşken bir ilk yardımınızı almadan şuradan şuraya gitmem diyerek usulünce selfi çekinmişim. Bundan bir üst seviye gidip ambulansa çarparak yapılıyor ama onda da şansına ambulansta sadece şoför olma ihtimali var.
O gün, kalabalık bir arkadaş grubu olarak bisikleti sürükleye sürükleye garaja geri götürmeyi başardık. Benim bisiklet taksi maceram da böylelikle son bulmuştu. Bir zamanlar yarışmacıyı paraların uçuştuğu camın içine koyan bir yarışma programı vardı. Kural basit: paralar uçuşurken yakalayabildiğin kadar çok para yakalamak. Allah var İngiltere’de de paralar havada uçuşuyor. Fazlasında gözüm yok; dil kursunda okurken geçinmemi sağlayacak kadar bir para yakalasam camın içinden çıkıp dil kursuna devam edeceğim ama tam yakaladım derken yine kaçtı. Bu dil nasıl öğrenilecek?