18 Kasım 2021 Perşembe

Uzun Otobüs

On sekiz metre uzunluğunda otobüs... Öyle uzun ki, arka tarafı ön tarafından bağımsız. İstediği gibi sallana sallana yoluna devam edebiliyor. Londra trafiğini rahatlatmak amacıyla getirilmişler ve Londra trafiğini rahatlatmak amacıyla geri kaldırıldılar. Yerel işleri yöneten adam: “Yetmiş yerine yüz kırk dört yolcu kapasiteli, dokuz metre yerine on sekiz metre uzunluğunda olan otobüsler getireceğiz. Londra’da trafik sorunu falan kalmayacak.” demiş ve bu otobüsleri belediyenin bir hizmeti olarak Londra sokaklarına salmış. Sekiz sene sonra ise yerel işleri yönetmeye talip bir başka adam, ki kendisi Boris Johnson olur: “Bu on sekiz metre otobüslerin götü başı ayrı oynuyor, üstelik çok yer kapladığı için trafiği sıkıştırıyor; belediye reisi olursam bu otobüsleri kaldıracağım Londra’da trafik sorunu falan kalmayacak” diye vaat etmişti. Özellikle söz verdiği şeyleri yerine getirmemekle ünlü Sarı Boris, belediye reisi olur olmaz dediğini yapıp kademeli olarak bu otobüsleri kaldırdı. On milyon nüfuslu koca Londra şehrini daraltıyor diyerek kaldırılan otobüslerin, beş yüz bin nüfuslu, küçücük Malta ülkesine itelenmesi de bence ders kitaplarında okutulması gereken ticari bir başarıdır. Benim bu uzun otobüsleri anma sebebim ise işbu yazının kötü karakteri olmasından ötürü.

 

Bisiklet takside elektriksiz ilk günüm. Kan ter içinde zar zor Oxford Street’teki kavşağa kadar geldim ve yeşil ışık yanınca Regent Street’e dönüp ilerideki oyuncak mağazası Hamleys’in önünde beklemeyi planlıyorum. Eskisi gibi geze geze müşteri bulması çok yorucu; en iyisi bir yerde beklemek. Yeşil ışığı beklerken büyük bir protesto grubu yanımdaki kaldırımdan geçiyor. Grup o kadar kalabalık ki protestocularla aramda kaldırımın kenarındaki demir korkuluklar olmasa, kaldırıma zor sığan kalabalık üstüme doğru taşabilir. Yeşil ışık yandı. Baktım arkamdan on sekiz metrelik otobüslerden biri geliyor. Önce o geçsin, sonra ben geçerim diye düşündüm; çünkü önce ben geçecek olsam ileride yol daralıyor, kaplumbağa gibi giden hızımla kocaman otobüsü arkama alıp trafiği yavaşlatmak istemedim. Bisikletler elektrikliyken arkamdan kim geliyor bakmazdım bile; gaza basıp geçerdim. Otobüsün ön tarafı kazasız belasız beni geçti. Dediğim gibi bu otobüslerin arka kısmı bana her zaman belirli bir özgürlüğe sahipmiş gibi gelirdi. Gerçekten de öyleymiş. Bağımsızlığını kazanmış arka taraf, ön tarafa uymaktansa benim bisiklete kur yapmaya başlamıştı. Önce küçük dokunuşlarla başlayan bu kur, otobüsün ön tarafı ilerledikçe yerini daha ateşli temaslara bıraktı ve git gide otobüsün tamamı benim bisiklete sürtmeye başlamıştı. Belli ki bisikletin de rızası varmış. Bisiklet ve otobüs arasında geçen bu zamansız münasebetsizlik bittiğinde ise kendimi kaldırımda, protestocuların ayakları altında buldum. Üç tekerli ekmek teknesi diyerek sevdiğim bisiklet, otobüsle oynaşacağım derken beni at gibi üstünden atmıştı. 

 

Böyle bir kalabalığın içine düşünce insan ilk olarak ezilmekten korkuyor. Şükür ki ezilme ihtimalimin farkında olan protestocular bana basılarak geçilmesin diye hemen çevremde etten duvar örmüşlerdi. İki tanesi ise hızlı bir şekilde ilk yardıma başlamıştı. İçimden “Gelişmiş ülke böyle oluyor demek ki, adamlar bir kaza anında nasıl müdahale edilir bir doktor, bir hemşire kadar iyi biliyor. Helal olsun.” diyordum. İlk müdahaleyi yapanlardan birisi hemen gözlerime ışık tutup bilincim yerinde mi diye kontrol ederken diğeri kolumda ya da bacaklarımda bir kırık çıkık var mı ona baktı. Öyle bir ilgi ki, neredeyse “Borcum ne kadar?” diye soracağım. Hastaneye gitsem bu kadar ilgilenmezlerdi herhalde diye düşünüyordum ki doğru düşünüyormuşum. Protestocular, yapabilecekleri bütün kontrolleri yaptıktan sonra bir şeyim olmadığını anladılar ve elimden tutup beni yerden kaldırdıktan sonra “Bi şey, bi şey, bi şey” deyip protestolarına devam ettiler. 

 

Bu arada bisikleti birileri kaldırıma çekmiş; tabi hala bisiklet denebilirse. Arka tarafta üç kişinin oturduğu koltuk kısmına artık bir kişi zor sığar. Teker dersen bir dudağı yere bir dudağı göğe bakan gülyabaniye dönmüş. En sağlam kalan kısmı: üzerindeki zil. Şimdi en önemli soru şu: bu bisiklet sürerek garaja geri götürmesi imkansız hale geldiğine göre, garaja geri nasıl götürülecek? Dervişin işe çıkacağını bildiğim için hemen onu arayıp yardım istedim. Kazayı özet geçtikten sonra Derviş’ten o an için bana hayatı sorgulatan bir bilgi geldi. Derviş: “Başkan bugün sağlık çalışanlarının protesto gösterisi vardı.” dedi. Birçok Türk ortamında olduğu gibi birbirimizi başkan, müdür, reis, hacı şeklinde kazanılmamış sıfatlarla çağırırdık. “Mamut” diye hitap eden biri bile vardı aramızda. Evet “Mamut”

 

Gergin ya da şaşkın olduğum zamanlarda söylenebilecek en absürt ne varsa onu söylerim. 

      Nasıl yani! Sağlık çalışanları derken hemşire, doktor falan mı?  

      Yok nalbur, kasap, yoğurtçu falan

Diyecek bir şey yok; o soruya ben de olsam o cevabı verirdim. 



Kaza yapacak kadar şansız; yüzlerce doktor, hemşire, paramedik arasına düşecek kadar da şanslıydım. Paramedik, acil tıbbi durumlarda hasta ve yaralılara bakım yapan meslek grubuna verilen unvandır bu arada. Hemşire ve doktor kadar çok bilinmez ama ihtiyaç halinde Azrail efendiyle canınızın pazarlığını o yapar. Tıp dünyasının ileri gelenlerini bulmuşken bir ilk yardımınızı almadan şuradan şuraya gitmem diyerek usulünce selfi çekinmişim. Bundan bir üst seviye gidip ambulansa çarparak yapılıyor ama onda da şansına ambulansta sadece şoför olma ihtimali var. 



O gün, kalabalık bir arkadaş grubu olarak bisikleti sürükleye sürükleye garaja geri götürmeyi başardık. Benim bisiklet taksi maceram da böylelikle son bulmuştu. Bir zamanlar yarışmacıyı paraların uçuştuğu camın içine koyan bir yarışma programı vardı. Kural basit: paralar uçuşurken yakalayabildiğin kadar çok para yakalamak. Allah var İngiltere’de de paralar havada uçuşuyor. Fazlasında gözüm yok; dil kursunda okurken geçinmemi sağlayacak kadar bir para yakalasam camın içinden çıkıp dil kursuna devam edeceğim ama tam yakaladım derken yine kaçtı. Bu dil nasıl öğrenilecek? 













 

 

28 Ekim 2021 Perşembe

Elektrik Alamadığımız Günler

Bir inanışa göre Türkler bir işe girdikten sonra o işin bozulması yedi sene sürermiş. Ve maalesef benim bisiklet taksi işine başladığım sene, Türklerin bu işe girdiği yedinci seneydi.

-İlk sene bir kaç Türk, bir İngilizden bisiklet taksi kiralayıp işe başlamışlar, ki zaten başka bisiklet taksi kiralayan kimse de yokmuş.

-İkinci sene, bu bir kaç kişiye on beş yirmi kişi daha eklenmiş.

-Üçüncü sene, duyan gelmiş, duyan gelmiş ve artık kiralık bisiklet taksi bile bulunmaz olmuş.

-Dördüncü sene, arzın talebe yetişmediğini gören Türkler, bisiklet taksi satın alıp kiralamaya başlamışlar. Falanca yirmi bisiklet getirdi, filanca otuz bisiklet getirdi derken, sayıları az olduğu için göze batmayan bisiklet taksiler çoğaldıkça çoğalmış.

-Beşinci sene, sayıları çoğalması yetmemiş gibi birde bisikletlere elektrikli motor takmışlar. Normalde kaplumbağa hızında giden, gitmesi gereken bisiklet taksiler, olmuş sana Road Runner. 

-Altıncı sene, yasal ve güvenli olmadığı için bisikletlerini elektrikliye dönüştürmeyen İngiliz patron iflas etmiş; bu İngilizlerin güvenlik diye bir kaygıları var. Çok ilginç!

-Yedinci sene ise sayıları ve hızları belirgin bir şekilde artan bisikletler iyiden iyiye göze batmış; göze batıncada polisin bir gecelik operasyonu ile yasaklanmış.


Bisiklet garajlarını tek tek ziyaret eden polislere, olduğu kadar İngilizcesi ile: “No electric anymore? (Artık elektrikli hiç mi kullanamayacağız?)” diye soran bir arkadaşa polis: “Yoo, hala elektrikli süpürge, elektrikli şofben ya da elektrikli kahve makinesi kullanabilirsin.” diye cevap vermişti. İngilizce soru sorarken oluyor bazen böyle yanlış anlamalar. Sonuçta elektrik hala serbestti ama elektrikli bisiklet taksi kullanmak yasaktı.

Polislerin getirdiği yasak ile benim birikmiş paramı Türkiyedeki kredi kartı borçlarımı kapatmak için kullanmam aynı haftaya denk gelmişti; hatta borçları kapatmak yetmemiş nasıl olsa işler iyi, para gani diyerek kendime birde laptop satın almıştım. İyi tarafı: ilk defa, biriken paramı bir aydan uzun süre harcamayarak bu alanda kendi rekorumu kırmıştım. Kötü tarafı: rekor kırmış olmam, yeniden beş parasız kalmış olduğum gerçeğini değiştirmiyordu. Bournemouth’a gidip dil kursuma devam etmek için gün sayarken, ceketimin cebinde unuttuğum bozuk paraları saymaya başlamıştım. 

Bisiklet taksiyi pedallayarak sürmek çok kolay değilmiş, eskiden pedalla sürerek para kazanılıyormuş ama o zamanlar yüz bisiklet vardıysa, bisiklet sayısı şimdi olmuş iki yüz elli. Uzun süredir bisiklet taksi işini yapanlar böyle düşünüyordu; zaten motorun yasaklandığını duyar duymaz da işi ilk onlar bıraktı. Ben ise Yeni Zelandaya mı yoksa Manisaya mı taşınsak diye kararsız kalan Servet-i Fünuncular gibi kararsız kalmıştım. Tevfik Fikret, Halid Ziya Uşaklıgil, Mehmet Rauf gibi, isimleri bugünlere kadar gelen yazar ve şairlerden oluşan Servet-i Fünun topluluğu Padişah İkinci Abdülhamid’in baskılarına dayanamayıp “Padişahın kulağına giderse başımız gövdemizden mi ayrılacak, gövdemiz İstanbuldan mı sürülecek endişesi ile iki satır bir şey yazamaz olduk. Bu ne biçim iştir arkadaşlar; yok mu bunun bir çaresi?” diye aralarında tartışırken gaza gelip başka bir yere taşınma kararı almışlar. Nereye? Yeni Zelandaya. Niye? Mehmed Rauf’un İngiliz gemici arkadaşı Kaptan Bain orayı tavsiye etmiş. Mehmed Rauf: “Burdan uzaklara gitmek istiyoruz, nereyi önerirsin?” diye sorunca Kaptan Bain “en uzak” diye anlamış olmalı ki, günümüz teknolojisiyle bile gitmesi bir gün süren Yeni Zelanda’yı önermiş. İngilizce soru sorarken oluyor bazen böyle yanlış anlamalar. Yeni Zelanda fikrine alternatif olarak ise Hüseyin Kazım Kadri tarafından Manisa fikri ortaya atılmış. Hüseyin Kazım: “Bugün yola çıksak biz oraya varana kadar Yeni Zelanda çoktan eskimiş olur; onun yerine benim Manisa’daki çiftliğe yeni bir köşk yapalım, köşkün adını da Yeni Zelanda koyalım olsun bitsin.” demiş. Yeni Zelanda mı, Manisa mı diye uzun ve hararetli tartışmalar sonucunda ise her ikisinden de vazgeçip İstanbul’da yaşamaya devam etmişler. 

Benim, her ikisinden de vazgeçip İstanbul’da yaşamaya devam etmek gibi bir ihtimalim yoktu. Londra ya da Bournemouth’dan birini seçmek zorundaydım. Bournemouth’a geri dönsem bir Türk restoranında en ağır işleri yapacak, yorgunluktan dil kursunda uyuklayacak ve az İngilizce çok Türkçe konuşacaktım. Londra’da kalsam ve bisiklet taksiyi elektriksiz olarak yapamazsam bir Türk işyerinde en ağır işleri yapacak, dil kursuna gidemeyecek, hiç İngilizce hep Türkçe konuşacaktım. Banka soymak gibi bir planım yoksa pedalla da olsa bisiklet taksi işine devam edip tekrar para biriktirmek en iyi seçenek gibi duruyordu. Gerçekten seçeneklerde durduğu gibi mi duruyor onu da yaşayarak öğrenecektim. 

Bisikletleri koyduğumuz garaj kalabalık. İşe devam etmek isteyenler bisikletlerin üzerindeki elektrik sistemini söküyor. Bisikletlerden birinin koltuğuna oturdum; elektrik aksamını sökenlere bakıyorum. Keyfim yok, pedallayarak işe çıkasım hiç yok. Yoklar arasındaki en yok olanı ise yine para yok. Keyifsiz olduğumu gören Derviş, “Hadi senin bisikletin sistemi de ben değiştireyim, yarın işe beraber çıkarız” dedi. Dervişin aydınlık ve sürekli gülümsüyormuş gibi duran bir yüz ifadesi vardı. Elektrikli bisikletin yasaklanması hiç moralini bozmamıştı, seri bir şekilde benim bisikleti de elektriksiz hale getirdi ve “Çalışmak kurtaracak bizi” diyerek beni gaza getirmeye çalıştı. Zaten dışarda çalışırken de böyleydi Derviş; her şarta uygun ya bir şiir, ya bir özlü söz bulurdu söyleyecek. Bisikletim hazırdı; iki gündür üşenip ertelediğim işi iki dakikada halleden Derviş, işe çıkmamak için bana bir mazeret bırakmamıştı. Ya bu deveyi güdecek ya da bu diyarda başka bir iş arayacaktım.

Günlerden pazar, hem çok soğuk hem de çok güneşli bir Londra sabahına uyanmıştım. Neredeyse Aralık ayına girecek olmamıza rağmen dışarıda güneşli bir hava görmek moralimi biraz olsun yerine getirmişti; iki üç gündür çalışmadığım için işi de özlemiştim; bu yüzden pazar gününe göre erken denilecek bir saatte işe çıktım. Pedalla sürmesi çok kolay gözükmüyordu; bir yandan zor da olsa bisikleti sürüyor, bir yandan da başka yapanlar olduğuna göre ben de yapabilirim diyerek kendimi ikna etmeye çalışıyordum. Oxford Street üzerinden Regent Street’e dönülecek olan kavşağa gelene kadar kan ter içinde kalmıştım; birde müşteri alınca nasıl olacaktı? Neyse onu da müşteri aldım zaman düşünürüm, kısa vadede yeşil ışık yansın ve bu saatlerde en iyi müşteri bekleme yeri olan Regent Street üzerindeki o meşhur, yüz elli yıllık oyuncakçı dükkanı Hamleys’in önüne kadar gidebileyim bu bana yetecek. Yeşil ışığı beklerken Regent Street tarafından yukarıya Oxford Street’e doğru gelen bir kalabalık dikkatimi çekiyor; ellerindeki pankartlara ve kalabalığa bakılırsa çok büyük bir protesto gösterisi var. Pankarttaki yazıları anlamadığım için neyi protesto ediyorlar bilmiyorum. Kortejin başı yanımdaki kaldırımdan geçiyordu, protestocularla aramda sadece kaldırımla yol arasında bulunan demir korkuluklar var. Onlara bakarken yeşil ışık çoktan yanmış ama farkına varmamışım. O gün, oradaki yeşil ışığı geçip Regent Street’e dönemedim; benim tepemde başka bir ışık yandı, üstelik o yanan ışık beni nereye götürecek henüz bilmiyordum. Seçeneklerde durduğu gibi durmuyormuş insan kuvveti ile bisiklet taksi işi yapmak.

12 Ekim 2021 Salı

Soho Geceleri

Küçük şehirlerde herkesin bir sebeple uğramak zorunda kaldığı mecburiyet caddesi büyüklüğünde bir yer Soho. Londra gece hayatının en renkli mahallesi. Yemek yemek için döner de var, sushi de; bir şeyler izlemek için tiyatro salonu da var, striptiz club da; ibadet etmek için mescit de var, kilise de; eğlenmek için düz club da var, gey-lezbiyen club da… Dindarı, dinsizi, düzü, travestisi birbirlerini öldürmeden yaşayıp gidiyorlar. 

 

Gündüz işi bitince müşteri bulmak için Soho’ya sık sık uğruyoruz. Genellikle The O Bar adlı bir barın önünde müşteri bekliyorum. Soho’nun girişinde köşede bir bar, her zaman çok kalabalık ve her zaman çok iş çıkıyor. Bir keresinde bardan çıkan iki kişi yakınlardaki bir tren istasyonuna gitmek istediklerini söylediler. İşler biraz yoğun olduğu için on yerine on beş pound fiyat çektim. Kabul etmeyip “On kuit (ten quit)” dediler. Bazen Avrupalıların euro ile ödemek istedikleri oluyordu ama “quit” ilk defa duyuyordum. Pound dediğin para birimi dolardan, eurodan bile daha pahalı olan bir para birimi. Bu yüzden on quitin on beş pound etmeyeceğini düşünerek, on quiti kabul etmektense “En son on pounda olur.” dedim. İçlerinden biri: “Bi şey, bi şey, bi şey” dedi. “Say again please (Tekrar söyler misiniz?) desem tekrar anlamayacağım, demesem zaten anlamadım. İşler yoğun, etrafta yardım isteyecek birileri de yok. Neyse ki tam nasıl anlaşacağım ben şimdi bunlarla diye düşünürken diğeri: “Tamam tamam on pound.” dedi. Yolda giderken nereli olduklarını sordum. Aklım sıra hangi ülkeden olduklarını öğrenince, “quit” nerenin para birimiymiş onu da öğrenmiş olacaktım. Essexlilermiş. Essex dediğin yer Londraya bir saat uzaklıktaki bir şehir. İngilizcem olsaydı “Essexlisiniz madem niye cebinizde ‘quit’ var” diye sormak isterdim. Tabi İngilizcem olsa sormama da gerek kalmazmış. Meğer adamlar sokak dilinde pounda “quit” diyorlarmış. Bir anlamda “On kağıta götürür müsün?”diyen müşteriye “On liradan aşağı olmaz.” demişim. İşte “İngilizceyi yaşayarak öğren.” dedikleri böyle bir şey.

 

Londra’da insanların dış görünüşlerinden nereli olduklarını anlamadıysak bile İngilizce konuşurkenki aksanlarından nereli olduklarını mutlaka anlıyoruz. Bir Fransızın İngilizce aksanı Fransızcaya, bir İtalyan’ın İngilizce aksanı İtalyancaya, bir Türkün ki de Türkçeye çok benziyor. Soho’daki tiyatro önünde bekliyorum; tiyatro önleri demek garanti müşteri demek. Gösteri bitince sadece bir tiyatrodan binlerce kişi aynı anda dağıldığı için, o karmaşadan çabucak kurtulmak isteyenlere bisiklet taksi en iyi seçenek. Merkez Londra’da toplam otuz dokuz adet tiyatro salonu var; oyunların bitiş zamanına yakın hepsinin de önünde bisiklet taksiler bulmak mümkün. Tiyatro salonu yeni yeni dağılmaya başlamıştı ki tiyatrodan çıkan bir kadın yakınlarda bulunan bir otele nasıl gidebileceğini sordu. Mahalle bakkalı gibi bizden de adres tarifi isteyen çok olur. Kadının aksan Türk, sesi çok tanıdık, tip sarışın. Sarışın olduğu için de “Türk müsünüz?”diye direk sormak istemedim. Bir yanım “Tanıdık biri bu.” diyor, diğer yanım “Kesin bir yerden tanıyorsun bu kadını.” diyor. İç seslerim kendi aralarında yine hemfikir. “Kimdi bu, kimdi bu?” diye düşünürken sonunda hatırladım. Hatırlamamla beraber, sorunun cevabını son saniyede bulan yarışmacı heyecanı gibi bir heyecanla kadının ismini bütün Soho’ya haykırmam bir oldu. Gülben Ergen! Kadıncağız küçük bir şok geçirdikten sonra sınıfta yoklama alınıyormuş gibi elini kaldırıp “Burda!” dedi. Ben: “Kusura bakmayın sesim biraz yüksek çıktı sanırım.” Gülben Ergen: “Biraz öyle oldu evet.” Bak işte bunu hiç beklemiyordum. Az kalsın: “O ‘Biraz öyle oldu evet’ in geldiği yerde ‘Olsun, önemli değil’ yok muydu?” diye soracaktım. “Bin götüreyim” diye ısrar etsem de binmek istemedi. Yürümek istiyormuş, ayakları açılsınmış.

 

Soho’yu bana yeni tanıştığım bir arkadaş öğretmişti. Derviş. Gece yarısı burdan çok iş çıkıyormuş.  “Ara ara yokla orayı.” dedi. Bartından İngiltere’ye dil öğrenmeye gelmiş Derviş. Türkiyede yaşarken hiç Bartınlı görmemiştim. Bir kere televizyonda Bartın’da kına gecelerini izlemiştim, o kadar. Zaten Bartın’da kına gecelerini izlemeyen kaldı mı ki? Derviş’le Soho’daki dönerciden dönerlerimizi aldık ve bisikletlerden birinin arka koltuğuna oturduk; hem muhabbet ediyoruz, hem de dönerlerimizi yiyoruz. Sakin bir gece, önümüzdeki kaldırım bomboş derken, o sırada kaldırımdan geçen üç kişiden biri bize doğru bir bakış attıktan sonra aniden durdu ve yaklaşmaya başladı. Zaten hep böyle oluyor; gelmez gelmez, nasıl olsa iş yok bari yemek yiyelim deriz müşteri gelir. Baktım Derviş yemeğiyle çok haşır neşir olmuş, dirseğimle dürtüp “Müşteri!” dedim. Derviş’in yemeğinden kafasını kaldırıp bir süre müşteri ile bakıştıktan sonra oturduğu yerden bir anda kalkıp “Mükremin!” demesi bir oldu. İnsan müşterisine hiç “Mükremin” der mi? Demez. Zaten benim müşteri zannettiğim kişi, Dervişin ortaokul arkadaşı çıktı iyi mi? Ve ortaokuldan sonra ilk defa orada karşılaşıyorlardı. Mükremin, yanındaki diğer iki hemşehrisi ile birlikte turizm fuarına gelmiş. On milyon nüfuslu Londra’da dört Bartınlı arasında bir Bartınsız olarak kalmak da varmış.

 

Günler, az da olsa İngilizce öğrenerek, az da olsa para “save” ederek, az da olsa Gülben Ergen görerek geçip gidiyor. Yılbaşına da az kaldı. Bournemouth’a dönüp dil kursuna devam edeceğimi zannettiğim son günler az da olsa keyfim yerindeydi

29 Eylül 2021 Çarşamba

Bisiklet Taksi Dünyası

Kasım ayının ortalarına geldik. Bisiklet takside bir aydan fazladır çalışıyorum. İşler fena değil ama “Günde bu kadar kazansam, ayda şu kadar eder; hadi bunun yarısını masraflara çık…” diyerek yaptığım hesaplar tutmadı. Birincisi, o ilk günkü acemi şansı her zaman olmuyor (Meğerse tek başıma işe çıktığım o ilk gün şansım yaver gitmiş). İkincisi, “Hadi bunun yarısını masraflara çık” derken çok iyimsermişim. Hafta içi yapılan kazanç bisiklet kirası, oda kirası, yeme-içmeye ancak yetiyor. Yani beş günlük kazanç masraflara, iki günlük kazanç da para biriktirmeye ayrılabiliyor. Bu arada Türkçe konuşurken “Para biriktirmek” deyimini de kimse kullanmıyor. Burada konuşulan Türkçeye “Oregano, busy, sorry” kelimeleri gibi para biriktirmenin de İngilizcesi yerleşmiş. Save (Seyv). 

Bu işi yapan bütün Türklerle tanıştım. Bisiklet taksi dünyası çıplaklar kampı gibi; kimsenin bir diğerinden gizlisi saklısı yok. Çalışırken sürekli birbirimize “Kaç para yaptın?” diye soruyoruz. Dahası, biri müşterisini diğerlerinin önünde indirirse, müşteri gider gitmez ilk soru “Kaç para aldın onlardan?” oluyor. Hafta sonu gelince herkesin birbirine ilk sorusu “Bu hafta ‘save’ yapabildin mi?” Sürekli olarak, bir başkasının durumu bizden daha mı iyi, daha mı kötü karşılaştırma halindeyiz. Bu durum ilk başta tuhaf geliyor fakat sonra alışıyorsun. Denize girmek gibi yani, su soğuk ama girince alışıyorsun. 


Bisiklet taksiciler olarak Büyük Britanya’da konuşulan Türkçeye bizim de bir katkımız oluyor. İngilizcede bir şeyin fiyatı “How much? (Hav Maç?)” diyerek soruluyor. İşte bizim alemde müşteri bisiklete fiyat sormadan binerse, biz bunu başkasına anlatırken “How much’sız bindi” diyerek anlatıyoruz. How much’sız binen müşteriyi severiz; genelde zengindir, fiyatı biraz yüksek söylesen de verir. Bu arada fiyat tarifemiz uçak biletleri gibi; talebe göre bazen çok yüksek, bazen çok düşük.

 

İşin en eğlenceli kısmı grup yapmak. How much’sız binen müşterilerden sonraki en iyi müşteriler, iki ya da üç bisiklete ancak sığabilen kalabalık gruplar oluyor. Bunlar varacakları yere giderken genellikle yarış yapmamızı isterler. Ve mutlaka içlerinden biri çıkar “Yarışı kazanırsan sana şu kadar ekstra para vereceğim” der. Biz de o grubu almış bisiklet taksiciler olarak hemen aramızda anlaşırız. Gerçekten yarış varmış gibi birbirimizi geçeriz ama işin sonunda kimin bisikletindeki müşteri ekstra para vereceğini söylediyse yarışı o kazanır ve verilen ekstra para aramızda bölüşülür. Bunu bir başkasına anlatırken de “X ile grup yaptım” şeklinde anlatıyoruz. 

 

İşin en zor kısmı ise işe çıkmak. Başında patron olmayınca işe çıkmamak için mazeretler bulmak ve bu mazeretlere kendini inandırmak çok da zor olmuyor. Hava yağmurluysa “Bu havada kimse dışarı çıkmaz” diyerek, güneşliyse “Yağmur yok, hava güzel, kimse bisiklete binmez” diyerek işe çıkmıyoruz. Bir keresinde “Başım ağrıyor” diyen arkadaşa işe çıkalım diye ısrar edince “Ayağım da ağrıyor” demişti. Hiç mazeret bulamazsak işe çıkmış olanları arıyoruz. Soru belli “İşler nasıl?” Karşı taraf “İşler kötü” derse vicdanımız rahat bir şekilde işe çıkmıyoruz. “İşler iyi” derse kapatıp bir başkasını arıyoruz. Ve bu böyle işler kötü diyeni bulana kadar devam ediyor. Vicdanımızı rahatlatmak için “İşler kötü” diyecek birini bulmamız şart. Vicdan önemli. Hiç mazeret bulamazsak “Yarın erken çıkarım” mazeretine sığınıyoruz. Gerektiğinde, mazeret arayıpta bulamadığınız oldu mu hiç? Bizim alemde hiç olmuyor. 

 

Cumartesi günleri öğle saatlerinde başladığımız iş, sabaha karşı dörtte bitiyor. Londra’nın merkezi o saatlerde bile capcanlı. İş bittikten sonra ise gelebilen on-on beş bisikletçi ile beraber soluğu sabah beşte açılan Türk restoranında alıyoruz. Sohbet koyu,  gece boyunca anlatılacak bir sürü olay olmuş. Yorgunluk ve uykusuzluğa rağmen herkesin keyfi yerinde. Pazar sabahı esnaflar işyerlerini yeni yeni açarken ise biz uyumaya gidiyoruz. Bu arada benim kazancım iyi az da olsa save yapabiliyorum.

 

22 Eylül 2021 Çarşamba

Çalışmak Kurtaracak Beni


Bisiklet takside ikinci günüm… Bülent: “Her gün benimle işe çıkarsan işi öğrenemezsin, tek başına çık” diyerek beni işe gönderdi. Tek başıma işe çıkmak beni çok korkutuyor ama her gün Bülent’e ya da Oğuz’a: “Benimle işe çık” demek de çok mantıklı gelmiyor. Cebimde iki hafta beni idare edecek kadar para olsa işe hiç çıkmayıp başka bir iş arayacağım. Fakat Sterlinle olan ilişkim ilişkilerdeki en eski kural düzeyinde; kaçan kovalanır. Bu arada ben Sterlin dedikçe Oğuz da Bülent de beni düzeltiyor. “Pound oğlum pound. Ne Sterlini?” İngiltere’nin para biriminin tam adı “Pound Sterling”. Türkiye’de sondaki “g” harfi de atılmış ve sterlin olarak nam salmış nedense. İngiltere'de ise Pound olarak dolaşıyor. İngiltere demem de tam doğru sayılmaz; buranın tam adı Büyük Britanya. İngiltere, İskoçya ve Galler ülkelerinden oluşuyor. Bütün ülkeler iç işlerinde bağımsız, dış işlerinde Londra’daki meclise bağlı. Üstüne üstlük bir de Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda şeklinde daha uzun bir adı daha var. Böyle denildiği vakit Kuzey İrlanda da az önce sayılan ülkelere dahil demek. Benim duruma dönersek; Büyük Britanya’nın başkenti Londra’daki ikinci iş günüm. Poundum az, yalnızlığım çok, endişelerim sınırsız. 

Bisikletleri park ettiğimiz garaj Oxford Street’e çok yakın olduğu için ve zaten merkezde başka bir yeri bilmediğim için işe çıkar çıkmaz Oxford Street’te soluğu aldım. Vakit akşam üstü, hava karardı kararacak, cadde yine insan kaynıyor. Mağazalar akşam sekizde kepenklerini indiriyormuş; bu yüzden akşam vakitleri alışverişini tamamlayanlar en yakın tren istasyonuna gitmek için bisiklet taksi kullanıyorlarmış. Primark (Praymark) isimli çok ünlü bir giyim mağazasının önünde bekleyen bisiklet taksicileri görünce beklemelik bir yer demekki diye düşünüp bisikletimi diğer bisiklet taksilerin arkasına park ettim. Bu arada Primark mağazası çok pahalı ve kaliteli ürünler sattığından dolayı ünlü değil, çok ucuz ve neredeyse ikinci kez bile giyilemeyecek kadar kalitesiz ürünler sattığından dolayı ünlü. Buna rağmen şimdiye kadar gördüğüm bütün Primark mağazaları günün neredeyse her saati çok kalabalık. Üstelik ciroları da çok iyi olmalı ki hiç kapananını görmedim.  

Bisikletimi diğer bisiklet taksi işi yapanların arkasına park ettim ama müşteriyi sırayla almak gibi bir kural yokmuş. Müşteri kime gelirse o alıp götürüyormuş. Ve o kadar kişinin arasından müşteri bana geldi. Bir anda bisikletin üzerinde oturuşum bile değişti. Sanki anlayacakmış gibi müşteriyi can kulağıyla dinlemeye başladım. Müşterim: “Bi şey, bi şey, bi şey” diyerek büyük ihtimalle gitmek istediği yeri sordu ve ben tek kelime bile anlamadım. Hiç sorun yok, bu kısım sürpriz değil. Bülent bana: “Anlamazsan ‘Can you show me? (Bana tarif eder misiniz?)’ dersin onlar sana tarif eder.” demişti. Bu yüzden “Can you show me?” hakkımı kullandım. “Yes, bi şey, bi şey” dedi ve bisiklete bindi. Müşteri almıştım, inanamıyordum! Nereye gittiğim, dönüşte yolumu nasıl bulacağım ve daha da önemlisi fiyat olarak ne söyleyeceğim hakkında hiçbir fikrim yoktu. Buna rağmen yolculuk başlar başlamaz öyle bir özgüven geldi ki, sanki diğer bisiklet taksicilerin önünden geçerken kubara kubara geçiyordum. Ee onlarda müşteri yok, bende var. Tekrar bu iş iyiymiş diye düşünmeye başladım. Patron yok, şu saatte işe başla, şu saatte işi bitir derdi yok. İngilizce istiyorsan İngilizce, Türkçe istiyorsan Türkçe konuş. Güzel iş valla. Çok iyi iş. 

Kendimi işin iyi olduğuna ikna ede ede yolu bitirmiştim. Oxford Street’e çok yakın olmasına rağmen o güne dek hiç görmediğim Arap mahallesindeydik. Edgware Road (Ecver Road). Restoranı, marketi, bankasına varana kadar işyeri tabelalarının çoğunun Arapça olduğu bir cadde. Nargile kafelerden gelen buram buram nargile kokusu her yeri kaplamış. Çok değil yüz metre ileride sonbahar soğuğuna rağmen kadınlar dar giymişler fistanlarını, göstermişler memelerini; burada ise bol giymişler burkalarını, saklamışlar gözlerini. Yüz metre ile ülke değişmişti sanki.

Müşteriyi indirdikten sonra tarif edilemez bir sevinçle Oxford Street’e geri döndüm. Tamamdır. Ben bu işten hızlıca para biriktirip dil kursuma geri dönerim. Yine Primark’ın önünde bekliyorum. Bu sefer anne, kız ve büyükanne olduğunu düşündüğüm üç kişilik bir aile geldi. Türkçe dublajlı yabancı filmlerdeki gibi büyükanne dememin sebebi, İngilizcenin akraba unvanları konusundaki cimriliğinden kaynaklanıyor. Hem halaya hem de teyzeye “Auntie”, hem dayıya hem de amcaya “Uncle”, hem babaanneye hem de anneanneye “Grandmum” diyorlar. Yani, büyükannenin babaanne mi yoksa anneanne mi olduğunu öğrenmek için, baba tarafından mı büyükanne, anne tarafından mı büyükanne diye bir soru daha sormak gerekiyor. Aynısı hala-teyze ve dayı-amca için de geçerli. 

Yanındaki küçük kızın annesi olduğunu tahmin ettiğim kadın: “Bi şey, bi şey, bi şey”
Ben: “Can you show me?” 

Aha! İşe yaramadı bu sefer. Kadın: “Bi şey ,bi şey, bi şey” demeye devam ediyor ve eliyle ileri-geri dermiş gibi hareketler yapıyordu. Biraz ileride sohbet eden bisiklet taksicilerin tiplerinden Türk oldukları belliydi. Kadına bekle işareti yaptım ve nasıl olsa biri üstüne alınır diye düşünerek ortaya: “Kardeş bi bakar mısınız? Kadın bir şey dedi ama anlamadım” diye seslendim. Bir arkadaş geldi ve durum açıklığa kavuştu. Meğerse kadın: “Arkadaşın ‘Tarif eder misiniz?’ dedi ama tarif edecek bir şey yok. Kızım bunlara binmeyi çok istiyor. Bu yüzden ilerideki istasyonun oraya kadar gidip geri buraya gelmek istiyoruz” demiş. Bazen belli bir adres yerine eğlencesine binenler de oluyormuş. Türk arkadaş öyle söyledi. Benim için çok iyi; hem bilmediğim bir yere gidip nasıl geri dönerim diye panik yaşamayacağım, hem de döndükten sonra Primark önünde yeni bir iş beklemeye devam edebileceğim. Annesiyle kızını aldım ve yolculuk başladı. Büyükanne bizi Primark önünde bekleyecekmiş.  

Çok eğlenerek, dedikleri gibi Oxford Street’in tam ortasında bulunan metro istasyonuna kadar gittim ve geri geldim. Kadın: “It’s not same place.” dedi. Bu sefer dediğini anladım. Aynı yere getirmedin demek istiyor. Nasıl yani! Koca Primark işte. Başka Primark var desek aynı yol üzerinde gittim geldim. İstesem bile yanlış yapamam. Kadına elimle Primark’ı gösterdim. Kadın bu sefer: “Where is the lady then?” dedi. Bu da basit İngilizce, bunu da anladım. Hani büyükanneyi Primark önünde bırakmıştık ya? Ha işte bu yüzden kadın: “Bizi aynı yere bıraktıysan yaşlı kadın nerede o zaman?” diye soruyor. İngilizcem olsa “Kavak ağacı mı bu be kadın? Korkuluk mu? Ben ne bileyim büyükanne nerde?” diye çıkışacağım ama yok işte İngilizce. Kadın ciddi ciddi benim farklı bir yere getirmiş olabileceğimi düşünüyor ama kanlı canlı bir insanın yürüyüp istediği bir yere gitmiş olabileceğini düşünmüyor. Bu arada hala paramı da vermedi. Ortam iyiden iyiye gerilmeye başlıyorken yaşlı kadın Primark’ın içinden çıktı, el sallayarak bize doğru yaklaşmaya başladı. Az önce çeviri yapan Türk arkadaş da bir sorun olduğunu anlayıp geldi. Ben durumu anlattıktan sonra kadınla konuşmaya başladı. Kadın sağı solu açık bisiklet, yolda belki bir şey olur diye düşünerek cüzdanını ve telefonunu annesine bırakmışmış. Bu yüzden bana para ödeyemeyeceği için paniklemiş ve birden farklı bir yerdeyiz zannetmiş. Öyle söylesene be kadın diyeceğim de, öyle söylese de anlamazdımki. Öte yandan panikledin tamamda, bizi farklı yere getirdin diye beni suçlamak nedir allasen? Bu arada yaşlı kadından bahsederken anne dediğine göre büyükannemiz anneanne olmuş oluyor. Babaanne olsaydı kaynana anlamına gelen “Mother-in-law” derdi. Hayır bizdeki gibi kaynanaya da anne demiyorlar. Kaynana diyorlar. Dil kursunda en son ders bunları öğrenmiştik.

O gün bir haftalık bisiklet kirasını çıkaracak kadar para kazanmıştım. Milli sporumuz olan aylık kazanç kabaca ne olurun hesabına giriştim. “Aylık kazanç ne olur diye hesaplamak kepçe izlemek gibi ata sporumuzdur.” desem itiraz eden olmaz herhalde. Döner dükkanı açacak olan bütün girişimciler “Tanesi on liradan yüz döner satsam, günde bin lira ayda otuz bin lira yapar. Hadi bunun on beş binini masraflara çık, kaldı on beş bin. Çok şükür iyi para. hem bunun ayranı var, tatlısı var daha onları saymadım bile.” diye düşünerek kariyerlerine başlarlar. Ben de “Günde bu kadar kazansam ayda şu kadar yapar. Hadi bunun yarısını masraflara çık. Elde kalan meblağ yine çok büyük. Üç ay sıkı çalışıp yılbaşında tekrar Bournemouth’a döner dil kursuma devam ederim. Bir de yılbaşı yaklaştıkça işler iki katına çıkıyormuş. Ben daha onu hesaba katmadım bile. Onunla da Türkiye’deki kredi kartı borçlarımı kapatırım, ne zamandır istiyordu ablama da bir araba alırım” Hayaller üç ay çalışıp önümüzdeki sene hiç çalışmadan dil kursuna gitmek, kredi kartı borcu ödemek ve araba almak. Peki ya hayatlar?

14 Eylül 2021 Salı

Londra'da İlk İş Günüm

Yerin yedi kat dibindeyim. Gerçekten yedi kat dibinde! Londra’nın üstü, nüfusun ihtiyaçlarını karşılamaya yetmemiş. Bu yüzden yeri yarıp altına da metroydu, otoparktı sıkıştırmışlar bir şeyler. Bizde Bülent’le beraber bana bisiklet taksi kiralamak için bir otoparkın eksi yedinci katına gittik. Arabasını kimse eksi yediye kadar indirmek istemediğinden dolayı, orayı da bisiklet taksicilere kiralayalım demişler. Türkler, bu sektörde hem çalışan olarak hem de bisiklet kiralayan olarak sayıca diğer milletlere göre çoklar. Ben de bir Türk’ten bisiklet taksi kiraladım ve işe çıktık. Bugünkü amacım para kazanmaktan ziyade az çok yolları öğrenmek, işin nasıl yapıldığını görmek ve bisiklet sürmeyi öğrenmekti. Bisiklet sürmeyi tabii biliyorum ama bu bisiklet üç tekerli ve arkasında kocaman üç kişilik koltuk var. Oğuz, Yücel ve Bülent’le beraber kalmaya başladığım evde koltuk yok, bu bisikletlerde var. Alışmak için en azından bir kere şehirde müşterisiz tur atmak lazımmış. Çünkü bisikletin arka tarafının genişliğini unutup ufak tefek kazalar atlatan çok oluyormuş. Bu arada bisikletler elektrikli, yani müşteri taşıması çok zahmetli değil. 

Londra’nın tam kalbine geldik. Oxford Street’teyiz. Bir ucundan diğer ucuna yürümesi yarım saatten fazla süren upuzun bir cadde. Dünyaca ünlü alışveriş mağazaları bu caddede olduğu için kaldırımlar hınca hınç insan kaynıyor. Trafik ise neredeyse her zaman sıkışık. Müşteri alma düşüncemiz olmadığı için trafiğin izin verdiği ölçüde yavaş yavaş ilerliyoruz. Caddenin ortasına kadar geldik ve oradan Londra’nın bir başka ünlü caddesi Regent Street’e döndük. Oxford Street kadar olmasa da burası da kalabalık. İyi tarafı Oxford Street’ten biraz daha geniş olduğu için trafik sıkışıklığı yok. Dört katlı, yüz elli yıllık oyuncak mağazası Hamleys de bu cadde üzerinde. Bu arada gündüzleri buralarda dolaşmalıymışım, çünkü gündüz en çok bu iki cadde üzerinde müşteri alıyormuşuz. Regent Street’in sonu ise Piccadilly Circus (Pikadili Sörkus) diye adlandırılan bir meydana varıyor. Burası Londra’nın tam kalbi ve buluşma noktası. Meydan geniş olduğu için Türk bisiklet taksiciler burasını durak gibi kullanıyormuş. Vardığımızda beş tane daha Türk orada müşteri bekliyordu. Biz müşteri almayacağımız için onlara selam verdik ve en arka tarafa park ettik. Maksat ortama alışmak ve diğer Türklerle tanışmak. 

Bu arada Bülent Londra merkezi çok iyi biliyordu. Bisikleti gayet ustaca kullanıyordu ve Türk olmayan bisiklet taksicilerle olan konuşmasına bakılırsa yeterli seviyede İngilizce konuşuyordu. Ortak zannettiğim yokluklarımız meğer sadece benim yokluklarımmış. Bu yeni öğrendiğim bilgi beni biraz panikletti. Şimdiye kadar tek dayanağım Bülent yapabildiğine göre ben de yapabilirim şeklindeydi. Artık işi yapabileceğime olan inancım kalmamıştı. “E sen bana niye ben de çok iyi bilmiyorum dedin” diye çıkışınca Bülent her zamanki yumuşak ses tonuyla “Ya sen şimdi niye ona takıldın ki?” şeklinde suçu üstüne almaktansa bana paslayan bir cevap verdi. “Ee kabahat samur kürk olsa kimse sırtına almazmış. Tabi canım durduk yere ben şimdi niye Bülent’in merkez Londrayı iyi bilmesine, bisikleti güzel kullanmasına ve İngilizce bilmesine takıldım ki?  Sonrasında Bülent “İlla işi hiç bilmeyen birilerini arıyorsan o kadar çalışanın arasında vardır mutlaka senin gibi yeni başlayan birileri merak etme.” diye de devam etti. Bülent’in bir konuda şaka yapıp yapmadığını anlayamazdınız; bir şey söylerken ses tonu ve mimikleri hiç değişmiyordu. Bu yüzden şaka mı yapıyor, gerçekten dediği gibi mi ancak yaşayarak öğrenecektim.

Canım çok sıkılmıştı. Şimdiye kadar bir an önce para biriktirip dil kursuma devam ederim diye düşünürken, şimdi, bir haftalık parasını peşin ödediğim bisikletin kirasını bari çıkartsam diye düşünüyordum. Bugün salı, işi bugün bile bıraksam haftaya pazartesiye kadar ödenmiş bisiklet kirası var. Bu hafta mecburen çalışacağım. Benim kebap shoptan kalma haftalığım bisiklet kirası, oda kirası derken neredeyse bitti. Üç gün içinde para kazanamazsam bu sefer kesin aç kaldım demektir. Şu ana kadar aç kalma ihtimaline hiç bu kadar yaklaşmamıştım. Diğer çalıştığım yerlerde hem yemek veriyorlardı, hem de zaten hafta bitince haftalığımı alıyordum. Elime üç kuruş da olsa bir para geçiyordu. Bu arada İngiltere’de maaşlar da, harcamalar da haftalık olarak yapılıyor. Pazartesi bu işe devam edeceksem yeniden bisiklet kirası ve başka iş arayacaksam bile yeniden oda kirası ödemek zorundayım. 

Piccadilly Circusta diğer Türklerle beraber beklemeye devam ediyoruz. Bülent, moralimin bozulduğunun bile farkında değil. Yine düz bir tonla “Bundan iyi iş mi bulacaksın, bak ne güzel sosyalleşmek istersen burada dur Türklerle sosyalleş, az ileride Leicester Square (Lestır Sukuer) var, oraya git Polonyalılarla İngilizceni geliştir. O da olmadı al bi çay, yak bi sigara, otur bisikletine çay sigara keyfi yap.” dedi. Beni gaza mı getirmeye çalışıyor, bu işte para mara yok biz ortamını seviyoruz demeye mi getiriyor anlamak mümkün değil. Çocuğa doğarken jest ve mimik özelliği eklemeyi unutmuşlar. Ne yüzünde bir değişiklik ne sesinde bir farklılık var. Beni yine bir endişe kapladığı için, ağzımdan çıkanlar beynimin süzgecinden geçmemeye başlamıştı. Endişelenmeye başlayınca ne dediğimi bilmiyorum. Bülent “Al çayını, yak sigaranı…” dedi diye en önemli sorunummuş gibi “Ben sigara içmiyorum ki” dedim. Yine jestsiz, mimiksiz, ve çok normal bir şey söylüyormuş gibi “Yauv içmiyorum olur mu? Gurbettesin. Bak şu arkadaşlara hepsi içiyor, sende iç.” dedi. Bülent’teki sakinlikteki çıta Allahuekber dağlarında, vurdumduymazlık dersen Konya ovası genişliğinde. Küçükken Passiflora kazanına falan düşmüş olmalı bu çocuk, kesinlikle başka bir açıklaması olamaz. 

Meydanda bulunan diğer Türklere bakıyorum, onlar da gayet rahat. Arka koltuklara ikişerli, üçerli oturmuşlar sohbet ediyorlar. Geldiğimizden beri müşteri alanı görmedim. Geldiğimizden beri benden başka panikleyeni de görmedim. Bunların hepsinin anaları-babaları zengin herhâlde diye düşünmeye başladım. Keşke kebap shoptan bari çıkmasaydım, bisikletten taksi mi olur? Hava soğuk, Londra dediğin yer yaz-kış yağmurlu, normal taksi varken niye buna binsinler ki? Binerler mi?

31 Ağustos 2021 Salı

Londra Yolcusu

Bournemouthİngilterenin en güneyinde bir şehir. Bormuf olarak telaffuz ediliyor. Senelerdir özellikle takip ederim. Türkiyede İngiltere Premier Ligini sunan maç spikerleri, ısrarla Bornemot şeklinde telaffuz ediyor. Önce kuponla, sonra kuponsuz geldiğim dil kursu bu şehirdeydi.Dil okulum burada olduğu için, benim pizza ve kebap dükkânı maceraları da bu şehirde geçiyordu. İnternette araştırırsanız İngilterenin Alanya’sı gibi bir şehir diye tarif edildiğini göreceksiniz. Yurtdışına İngilizce dil eğitimi almak için gitmek isteyenlere, dil kursu satan yurtdışı danışmanlık şirketleri öyle uygun görmüş. İşçileri, asgari ücretin yarısından bile azına köle gibi çalıştırmak isteyen Türk patronlar sayesinde Bournemouth’a bir ara verip, İngiltere macerama Londrada devam etmeye karar verdim. İnternetten araştırdığım kadarıyla Londrada para kazanmak daha kolaymış. Bu yüzden gidip biraz para biriktirip Bournemouth’a geri döner, dil kursuma devam ederim diye düşünüyorum.

Okul yıllarından kalma arkadaşlıkların en iyi tarafı, onlara yıllar sonra bile rastlasanız ilişkinize kaldığınız yerden devam edebilmenizdir. Daha iyi tarafı ise içlerinden bir tanesinin sizden bir sene kadar önce İngiltere’de olmasıdır. Kebap kkanında geçen on günün ardından dayanamayacağımı anlayınca, Londra’da olduğunu öğrendiğim ortaokul arkadaşıma feysbuktan mesaj attım. Arkadaşıma “Yücel, cebimde beş kuruş olmamasına rağmen, pizza dükkânına atar, kebap shopa gider yaptım işsiz kaldım. Londra’da iş varsa oraya geleyim mi?” diye yazmadım. Bunun yerine “Yücel, ben dil kursu için Bournemouth diye bir yere geldim. Burada pek iş yok. Çalışmam gerekiyor. Acil işe ihtiyacım var. Londra’da iş bulması daha kolaysa oraya geleyim mi?” dedim. Yücel’den gelen mesaj aynen şöyle “Gel la gel. Bizim uşak bisiklet taksi işi yapıyor. En kötü sen de o işi yapan.” Mesajın kendisi bile buram buram memleket kokusuyla beraber bir güven veriyordu. Bu yüzden kebap dükkanından haftalığımı alır almaz, soluğu BOŞTİ’de aldım. Bournemouth Şehirler Arası Terminal İşletmesi. Sonra hemen Has Bournemouth şirketinden Londra’ya bir bilet almadım tabii ki.Çünkü ülke o yönden Türkiye gibi değil. Otobüs işletmek para kazandırmıyor mu nedir, yok öyle Öz Cambridge, Has Bournemouth gibi seyahat firmaları. Otobüsle bir yere gitmek istiyorsanız National Express (Neyşınıl Ekspres) ile gidiyorsunuz. 


Terminaldeyimbilet gişesine çekine çekine yanaşıyorum. Çünkü: İngilizcem hala yerinde sayıyor. Gişeye varınca kazulet gibi dikilip “London” dedim. Bir yandan da Allah’ım inşallah hiç bir şey sormadan bileti verir, parasını ister diye dua ediyorum. Yine öyle olmadı maalesef. Bu, geldiğimden beri sürekli başıma gelmeye başladı. Markete gidiyorum, alacaklarımı alıyorum, kasiyer “Would you like a bag ?(Poşet ister misiniz?)” diye soruyor. Anlamıyorum ve evet mi desem, hayır mı desem diye düşünüyorum. Bir cafeden çay istiyorum. Garson “Black or White? (Sütlü mü, Sütsüz mü?)” diye soruyor. Çayın siyahı beyazı nasıl oluyor diye bön bön bakıyorum. Ve bilet alayım dedim yine soru. Neyse ki şanslıyımdır. Arkamda sırada bekleyen kişi Türk çıktı ve anlamadığımı görünce müdahale etti. Tek gidiş mi yoksa gidiş-dönüş mü diye soruyormuş. Kabahat bende. Ne soracak ki başka zaten? İngiltere’nin yüzölçümünü soracak ya da Bournemouth-Londra arası kaç kilometre diye mi soracak? Olmadı hangi model otobüs tercih edersiniz mi diyecek? Ne soracak? Birde şöyle içler acısı bir durum varDil kursunda, bir şeyi anlamazsak tekrar soralım diye “Say again please? (Tekrar söyler misiniz lütfen?)” diyerek rica edebileceğimizi öğrettiler. Sanki her öğrendiğim şeyi hemen kullanmak zorundaymışım gibi anlamadığım soruyu bir kere daha anlamamak için tekrar ettiriyorum. Durum aynen şöyle: 


• London

• Would you like single or return? (Tek gidiş mi, gidiş-dönüş mü istiyorsunuz?)

• Say again please. (Tekrar söyler misiniz lütfen?)

• Would you like single or return? (Tek gidiş mi, gidiş-dönüş mü istiyorsunuz?)

• Hmmmm (İçten içe anlıyorum ama konuşamıyorum seviyesinde bir İngilizce seviyesinin olmadığı kabul edilir.


Öyle ya da böyle bileti aldım ve yolculuk başladı. Her şey Türkiye’deki gibi zannettiğimden gözlerim muavin arıyor. Yok. Muavin olmayınca çay, kek, su dağıtan da yok. Terminaldeyken gazete alayım deseydim gazeteler İngilizce. Yani okuyacak bir şey de yok. Türkiye’den gelirken yanımda müzik çalan bir şey getireyim dememişim. Kulaklığı takıp müzik dinleyerek yola dalmak da yok. Keşke terminalde bana yardımcı olan Türk arkadaş da bu otobüste olsaydı da sohbet ede ede gitseydik. O da yok. Molada yiyecek-içecek bir şey alayım diye düşündüm. Yemek ve ihtiyaç molası da yokmuş. Yiyecek ve içecek otobüse binmeden önce alınması gerekiyormuş anlaşılan. İhtiyaçların için ise otobüsün içine tuvalet yapmışlar. Teknolojik olarak Scott De Martingille’nin yaşadığı zamanlardan daha ilerdeyiz ama henüz sosyal medyada takılıp zaman harcadığımız yıllara gelmedik. Feybuka, varsa kendi bilgisayarımızdan yoksa internet kafelerden bağlanıyoruz. Bu arada Scott De Martingille dünyada ilk kes ses kaydını yapmış bilim adamıdır. Yaptığı buluş sayesinde senelerce karışık kaset doldurtabildik ama maalesef Scott De Martingille bizim kadar şanslı değilmiş. Çünkü yaptığı ses kaydını geri dinleyebileceği bir alet icat edemeden bu dünyadan göçüp gitmiş. 1860 yılında yaptığı kayıt, yüz kırk sekiz yıl sonra 2008 yılında dinlenebilmiş. Kayıtta, Scott De Martingille Au de la lune isimli Fransız çocuk şarkısını seslendirmiş. Sonuç olarak yokluklar içinde yokluk beğenerek yolculuğumu tamamladım.

Londraİngiltere’nin artık İngilizlere ait olmayan başkenti. Bir sokağına girersiniz bankasınarestoranına, bakkalına varana kadar bütün tabelalar Arapçadır. Başka bir sokağına girersiniz sizi Polonya marketleri, Macar yemekleri karşılar. Bir başka sokağına girdiğiniz anda sanki Hindistan’a gelmişiniz gibi ağır baharat kokularını ve Hint müziklerini duyar, geleneksel Hint kıyafeti ile yolda yürüyen insanları görürsünüz. Kısaca her ırk kendi mahallesinde kalabalıklara karışıyor. Ben de kendi mahalleme gittim. Türklerin yoğun olarak yaşadığı mahalleye geldiğinizde, sizi önce Altın makas Berberi ve onun karşısında da camında “günlük sulu yemek” yazan Şömine Restaurant karşılıyor. İlk geldiğim zamanlar biraz ileride Ziraat Bankasıtam onun karşısında da Aziziye Cami vardı. Daha sonra banka başka bir yere taşındı. En çok şaşırdığım yer ise kahvehaneden hallice bir ortamı olan Fenerbahçeliler kulübüydü. Kapısında D Smart, Digitürk bulunur yazıyordu. Eskiden o civardaki bakkallarda Hürriyet, Milliyet ve Sabah gazetelerini de bulabilirdiniz ama şimdi yoktur sanırım. Kendini gurbette hissetmemen için gerekli her şey var. Tabi İngilizce öğrenmemek içinde Londra’ya ayak basar basmaz bir şeyler yanlışmış gibi geldi. O gün içimden “Londra, bedenime sahip olabilirsin ama ruhuma asla” diye geçirdim. Bana fazla büyük burası, biraz para biriktirip dönerim Bournemouth’a. Dönemez miyim?